28 Şubat 2024 Çarşamba

GÜLENCİLERİN BAŞLARINA GELENLERİN HAKİKİ SEBEPLERİ

Dört temel sebep var denilebilir: 

DİNİ TAHRİFAT: Başörtüsüne sözümona "fûruat" diyerek hafife almak ve bütün hristiyanları cennetlik zannetmek gibi zanlarını ve hezeyanlarını Şeriat'ın muhkematının yerine ikame ederek şeytana maskaralık yapmak:

"İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezakından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî bir şey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telakki eder. 'Ben onu buldum; o bana yeter.' der, ahkâm-ı şeriata muhâlif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mesuldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.

KADINLARI SOSYALLEŞTİRMEK: Yine Şeriat-ı Garra'nın ve Bediüzzaman'ın derslerinin hilafına, bazı yarım akıllı kadınları sözümona hizmet bahanesiyle ve dinde yeri olmayan saçma sapan kıyafetlerle elin adamlarıyla karışık ortamlara salmak, hattâ kimilerini serserilerin kucağına yem olarak atmak! 

Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına.
Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı.
Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları.
Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.

ULULUK/MEHDİLİK SANRISI: Boyundan büyük iddialara kalkışanların ve cin olmadan adam çarpmaya kalkışanların sonunun berbat olması adetullahtandır. 

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum.
O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.” Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti.
Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”

DÜŞMANA ZULÜM: Zâlim ve ahmak kemalistleri alaşağı edeceğim diye hile hurdaya başvurursan ve her yere çöreklenip diğer müslümanları bile tasfiye etmeye kalkarsan, işte böyle maksadının aksiyle tokat yemen mukadder olur elbet. 

"Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim."

23 Şubat 2024 Cuma

"GÜLEN BİR DÜNYA OLMAZ MI DERSİN"

"Gülen bir dünya
Olmaz mı dersin?
İnsan insanı
Sevmez mi sufi?"
(MFÖ - SUFİ)

"Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder. Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza, kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle görür. Mü’min ise, seyyiatının cezasını görür."

"İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâ bir kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/on-yedinci-lema/209

“Bizim Sadık’ın (Çalışkan) çocuklarıyla beraber Nazilli’den İzmir’e giderken bir öğretmen anlatmıştı. ‘Başçavuş,’ de­di, ‘Üstad’ı karakola çağırıyor; Üstad gitmiyor, kızıyor başçavuş, ‘Ben ona göstereyim!’ diyor, gidiyor. Bir de bakıyor ki Üstad, fareyle kediye bir yalakta yemek yediriyor... Üs­tad da başında... Kapının arkasında böyle bir avlu var. ‘Allah, Allah!’ diyor ‘Ben mi deliyim!’ Ciddi ciddi bakı­yor; fare ile kedi bir kapta beraber yemek yiyorlar, Üstad da orada. Diyor: ‘Bu adamla başa çıkılmaz. Bu ada­ma ilişilmez. Kalkıp gidiyor.” https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/bayram-yuksel

Üstad Bediüzzaman Said-İ Nursİ Hz.leri, Barla’nın bir tepesinde tabiatla bütünleşmiş bir halde Namaz kılmış, dua etmektedir. Bu sırada, yarım metrelik bir yılan ona doğru gelmektedir.
Bediüzzaman’ın sırtı yılana dönük durumdadır. Ancak daha geride bulunan talebeleri yılanı görmüş ve heyecanlanmışlardır. Ancak Üstada daha yakın olan bir talebesi onların yılana müdahalesini önler ve eliyle dokunmayın işareti yapar. Yılan gelir ve başıyla Bediüzzaman’ın cübbesine arkasından dokunur. Arkada bulunan talebeler çok heyecanlanır, ama yine müdahaleye müsaade yoktur. Biraz bekledikten sonra, yılan başını bir kere daha Üstadın cübbesine dokundurur. Ancak Bediüzzaman, duasına ara vermez. Nİhayet üçüncü kere yılanın dokunuşunu duyan Bediüzzaman, arkasına döner ve der ki; Sen biraz Sabredemez misin? Bu Durumu gören talebelerinin heyecanı son haddine ulaşmıştır. Bediüzzaman, biraz daha dua eder ve sonra talebesine seccadeyi kaldırmasını söyler. Talebesi hemen gelip seccadeyi kaldırır. Yılan da oradaki deliğe akıp kaybolur. Meğer Bediüzzaman Said-i Nursi Hz.nin seccadesini tam yılan deliğinin üzerine sermişler…
https://nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/26554/ustad-ve-yilan/  
"Kesinlikle ne bir sineğin ne bir tahtakurusunun ve ne de bir karıncanın, Üstadı rahatsız ettiğini görmedik. Hatta Emirdağ'ında kalırken, Üstad'ın bulunduğu yerde çok tahtakurusu olduğu hâlde Üstad'ı rahatsız etmiyorlardı. Üstad da onlardan rahatsız olmuyordu. Tahtakurularını temizlememize de müsaade etmezdi. Tahtakuruları için, 'Onlar benim zikir arkadaşımdırlar.' derdi."

DELİ

"Arkadaşınız asla deli değildir." (Tekvîr - 22)

Bir deli veya şizofrene yüz metre öteden teşhis koyabilecek pek çok hekim ve psikiyatri profesörü Hz. Peygamber'e inanmaktadır nitekim... "Ahmaklarca deli zannedilmek, 'peygamber sünnetlerinden biri'dir zaten" denilemez mi öyleyse: 

Bir süre sonra, "Her soruya cevap veren ve Saray'a karşı böyle pervasız olup, eleştiriler getiren bir adam, olsa olsa deli olabilir." denilerek, Bedîüzzamân akıl hastanesine sevk edilir.(3-a)
Hastanede onu muayene etmek üzere Saray doktorlarından biri görevlendirilir. Bedîüzzamân doktora, neden ve nasıl buraya gönderildiğini dört madde halinde anlatır ve doktor hayretler içinde kalır. Büyük bir deha ve yüksek bir zekâ ile karşılaştığını fark eden doktor:
"Şimdiye kadar İstanbul'a gelenlerin içerisinde zeka ve fetanetçe (aşırı zeki) böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir" şeklinde bir rapor hazırlar ve Saraya gönderir.
Bu raporu alan ve daha önce İkinci Abdülhamid'e Bedîüzzamân hakkında yalan yanlış bilgiler vererek onu yanıltan Saray paşaları telaşa düşerler ve bir an önce onu İstanbul'dan uzaklaştırmanın yollarını ararlar. 

Paşalarla arasında ciddi anlamda münakaşalar oluyor. Hatta Üstad'ın Fizan, Trablus ve Taif’e sürülmesi bile gündeme geliyor. Fakat Zülüflü İsmail Paşa'nın (askeri okullar müfettişi) tavsiyesi ile, Üstadımız'dan kurtulmanın yolunu; onu tımarhaneye göndermekte buluyorlar. Üstadımız iki Musevi, bir Rum, bir Ermeni, bir de Türk doktorundan rapor alınarak, "Toptaşı tımarhanesi"ne konuluyor. Orada bir müddet kalıyor. Tımarhanenin en yetkili doktoru tarafından yakın takipte, uzun görüşmeler ve sohbetler neticesinde doktor, şöyle bir rapor tanzim ediyor:
“ Eğer Bediüzzaman da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.”

Yani, kendisinin gayet akıllı, hattâ son asrın en akıllı ve en kâmil insanı olduğuna inanan psikiyatri profesörü talabeleri bile vardır:

Bediüzzaman’ın çağımızın Mevlana’sı olduğunu kaydeden Tarhan, “Çağımızın hastalıklarına uygun psikolojik ve sosyolojik reçeteler ve uygulamıştır. Genelde bunları okuyan insan hastalığı tedavi ediyor diye düşünmemek lazım bunlar koruyucu ruh sağlığı etkisi yapıyor. Bir kişi hastalar risalesini alıp anlamlı bir şekilde okursa hastalığını şiddetinin ve acısının büyük bir ölçüde azaldığını ve hastalık ile ilgili bağışıklık sisteminin güçlendirebileceği psikoterapi etkisi olduğunu okuyan üzerindeki sonuçlardan gözlemliyoruz.” ifadelerini kullandı.

İlk açılış konuşmasını Çağın Vicdanı Öğrenci Kulubü Başkanı Müberra Özdemir yaparken Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, konuşmasında Bediüzzaman Said Nursi’yi sadece anma değil, anlama üzerine de durduklarını söyledi. Bugün Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman’ın anlaşılması gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Neden gerekiyor? İnsanlığın gelecekteki ihtiyaçları için gerekiyor.  Mevlana nasıl hayatında bilinmediyse Bediüizzaman da hayatında bilinmedi. Daha sonradan bilinecek ama halen de bilinemiyor” dedi.

"Geçenlerde arayan bir büyüğüm Bediüzzaman Hazretlerinin bugüne işaret eden ibretli bir sözünü ifade etti. Aynen aktarıyorum:
“İ’lem ey mağrur (gururlu), mütekebbir (büyüklenen), mütemerrid (inatçı) nefis! Sen öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür...” (Mesnevi-i Nuriye, Hubab)
Görüldüğü gibi mübarek zat yüzyıl öncesinden bize insanoğlunun aciz ve fani yaratık olduğunu, her şeye hâkim olmasının mümkün olmadığını anlaması gerektiğini net şekilde ifade etmiş.
Bu da pandeminin ahlaki ve etik kurallara daha önem vermeyi, kul olma bilincinin artmasını, tabiatı tahrip etmememizi ve insanoğlunun gurura kibire kapılmadan haddini bilmesi gerektiğini gösteriyor. 
İnsanoğlu mecburen daha alçakgönüllü, daha boynu eğik olacak.

Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nev’inden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar.
Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor.
Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez.
Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid’at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar.
Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller.
Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar.
Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.

"Deliler bir adama deli demezse o adam akıllı değildir." (Mehmet Şevket Eygi)


14 Şubat 2024 Çarşamba

DAMAK TADI VEYA GÖZ ZEVKİ

"Yani, patates kızartmasını kim sevmez ya, ben düşünemiyorum..." 

Madem tevafuk oldu, biraz önce "İSTANBUL’UN SOKAK LEZZETİ PATSO" videosunun altına yazdığım yorumu/derlemeyi buraya da aktarmadan geçmeyelim:

"Yazıya ironik şekilde başladım, kusura bakmayın. Ama hep lokantaları suçluyoruz, kendimizi değil. Birçok lokantanın iyi başlayıp sonra masa sayısını artırdıkları, şubeleşip kaliteyi düşürdükleri doğru. Ama madalyonun diğer tarafında müşterilerin damak tadı ve beklentileri var. Tahminime göre lokanta müşterilerinin yüzde 90’ının damak tadı yok. İyi yemek için değil, trend olan mekân için dışarı çıkıyorlar. Eleştirileri de yapıcı ya da kırıcı değil. Yanlış! İyi şeyi takdir etmiyor, sıradan ve hatta kötü olanıysa, sigaralarını tüttürüp rakılarını yudumlayarak, ayıla bayıla mideye indiriyorlar."

Adamın damak tadı iyi ama göz zevki hiç yok, görmeyi biraz biliyor ama kulağı berbat, kulağı fena olmasa bile idrak kapasitesi gayet düşük veya fikirleri bomboş diyelim... Meselâ, güya nitelikli geçinen lokantaların hemen hepsinin logo ve kurumsal kimlik tasarımları, "grafik canavarlarına" havale edilerek berbat edilmişken, damak çatlatan lezzetler sunsalar bile kim yer artık:

- "Alt tarafı bir logo değil mi yahu; bu kadar büyütecek ne var?"

Mercedes, Cadillac'dan daha az sorun çıkarmadığı, Coca-Cola’nın tadı Pepsi’den çok daha güzel olmadığı, Rolex saatler Seiko'lardan daha hassas çalışmadığı halde neden hep birkaç adım öndedirler ve daha pahalıya satılmaktadırlar acaba... Algıların olguların, izlenimlerin gerçeklerin, soyut değerlerin somut değerlerin önüne geçtiği bu düzende ve küresel iletişim çağında, geniş kitlelere ulaşmayı veya dünyaya açılmayı hedefleyen firmaların markalaşmaları kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiştir artık. Yoksa, dünyanın en mükemmel ürününü piyasaya süren firmasının bile; tanınması, benimsenmesi ve kalıcı başarı elde etmesi pek mümkün değildir artık. Nitekim bu gerçeği kavramakta direnen pek çok kalifiye üretici, kenarda köşede kalmış veya büyük markaların fasoncusu olmaktan bir adım öteye gidememiş, bazıları da zamanla piyasadan silinip gitmişlerdir.
Bana logonu göster, sana nasıl bir firma olduğunu söyleyeyim zîra ilk intibâlar genelde yanıltmaz... Logolar, firmaların arkasındaki zihniyeti apaçık ortaya seren çok dürüst göstergelerdir. En alâkasız ve dikkatsiz bir kimse bile sezgisel olarak hakiki ve sahte tasarımı ayırt eder ve buna göre pozisyonunu alır. "Grafik canavarlarının" sıvayıp durduğu çöp tasarımların; "merdiven altı veya şaibeli bir firmadır bu ona göre!" mesajını muhatap kitlelerin bilinçaltına veya sağduyusuna gönderdiği bilinmelidir ki, bu bir marka için ölüm fermanı sayılabilir.
Yıllarca önünden geçtiğimiz, hattâ alışveriş yaptığımız halde adını sanını bile hatırlayamadığımız küçük işletmeler vardır ya; bu tip bir yerel işletme ve mahalle bakkalının bile, hakikî bir logo tasarımıyla ismini hafızalara kazıması ve potansiyel müşteri kitlesinin dikkatini çekmesi pekâlâ mümkündür.

“Eğer bir basın-yayın organının odağı siyaset ya da ekonomi ise gönül rahatlığıyla ‘memleketi kurtarmak’ misyonuna sahip olabilir. Çünkü memleket, çoğuna göre ancak siyaset ve ekonomi marifetiyle kurtarılabilir. Bu anlayışta, ne bilimin ne sanatın ne mimarinin bir yeri ve işlevi vardır. Grafik tasarımın ise adı bile geçmez. Oysa birer kültürel yansıma olarak, Resmi Gazete’den Şen Bakkal tabelasına, yönlendirme levhalarından ders kitaplarına, toplu taşıma biletlerinden fiyat etiketlerine, kapı numaralarından mezar taşlarına kadar hayatımızın her anında yüz yüze, göz göze geldiğimiz grafik tasarım ürünleri o ‘memleket’in estetik düzeyini, dünya görüşünü, olguları anlama ve algılama biçimini, kısacası hayat karşısındaki duruşunu ele verir. Ne dersiniz, belki de memleket grafik tasarımla kurtulur! Ya da kurtulup kurtulmayacağının emarelerini görürüz onda…" 

Ey talib, sana görme ile işitme arasındaki farklardan söz etmiştim, hatırlıyor musun?
Hiç anlamadın! Sustun çünkü. Aptal aptal bakındın. Ne baktın, ne gördün, sadece bakındın.
Sana görmeyi hiç bilmediğini söyledim, tüm içtenliğimle, ve elime koca bir ayna alıp yüzüne tuttum, bak kendine diye.
Bakmadın. Hem de ısrarla. Sadece bakınıp durdun.
Ey talib, çünkü sen sadece görmeyi değil, bakmayı da bilmiyorsun!
Bilmediğin şeyi öğrenemezsin ki!
Bilmediğini bilmediğin şeyi...
Kendini.

1950'lerde karısıyla istanbul'a gelmiş mimar.
sahaflar çarşısında muzaffer ozak efendi'nin dükkânında tanışmışlar. wright hat satın almak istediğini söylemiş. nitekim koca bir yığın hat arasından her zaman en güzellerini seçip ayırıyor, vasatları eliyormuş. muzaffer efendi kendisine sormuş, "en iyi hatları nasıl biliyorsun?" wright da şöyle demiş, "ben çizgi çiziyorum, dolayısıyla nasıl bakacağımı biliyorum."

İlk düğme yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gider mâlûm; bir insanda "marifetullah" bilgisi yoksa, istisnaî olarak bazı işlerde tuttursa ve güzel işler çıkarsa bile, diğer alanlarda ve bütünde tökezlemesi veya bayağılaşması kaçınılmazdır. Eğer, her şeyi bilmeden önce Allah'ı iyi bilmek gerektiği bilinirse, memleketi tepeden tırnağa ifsad eden bütün bu câhiliyenin asıl nedeni tam olarak anlaşılabilir ancak:

“Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir” 
(Kâf - 22)

"Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” 
(Hz. Peygamber) 

"En anlayamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını aslâ kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şu (kültür) diye anlatmaya çalıştığımız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabıyla, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan manevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhassa mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak gerek... Bir de bizimkini düşün!" 

"İşte size sıradan, yani kültürsüz, hoş ve boş bir doktorun muhakeme düzeyi! İşini bilir bir doktorun... sadece işini, bir tek işini bilen, bilmek isteyen bir teknikerin... bir uzmanın... bir et, bir kemik, bir sinir uzmanının... bir tıp makineleri bakıcısının... bir ilaç isimleri hafızının... bir vizite hesap makinesinin..."

Bunun üzerine hocalarının “hangi ilim tab’ına muvafık” olduğu sualine cevaben, “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum” der.

"İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder.
Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.
Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder.
Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur.
Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.
Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:
“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”

Elhasıl, bilmeyi bilen birine, dolmaları yutturmak imkânsızdır.

12 Şubat 2024 Pazartesi

RİSALE-İ NUR'DA LEDÜN İLMİ

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.
Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur.
İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur.
Kur’ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiret ile muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.
Ve keza, mümkinatın da iki veçhi vardır:
Birisi: Enaniyet ile vücuttur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalb olur.
İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-Vücuda bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücut istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın.

Hem nasıl kader-i İlâhî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de, illet ve sebep itibarıyla dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini bina eder, kaderin ayn-ı adaletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var.
İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adaleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî, mebde’ ve müntehâ, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2. Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.
3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatâlarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna kefaret ediyor.
4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. 1 عَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ çok kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirilmez.
5. 2 مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ kudsî düsturunu kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu.
Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir.
Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a’mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi.
Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı, derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî bu sözü tahsin etti.

Birinci sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?
Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.
İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen, ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre tehir edilerek, ehl-i imanın hataları kısmen bu dünyada cezası verilir.HAŞİYE
Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?
Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:
وَاتَّقوُا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً 
Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”
Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

Elcevap: Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlâhiye, hasenât-ı istikbaliyelerinin bir mükâfât-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış.
Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlar, tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.

Ey maraza müptelâ hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:
“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir.”
Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.”

Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.
Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil eder, ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adâvet edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.
Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. “Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi” diye sıkıntısından of, of etmiyor.
Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor, “Ne haldesin?” Elbette, “Aman vakit geçmiyor; gel bir şeş beş oynayalım. Veyahut vakti geçirmek için bir eğlence bulalım” gibi müteellimâne sözleri ondan işiteceksin. Veyahut tûl-i emelden gelen, “Bu şeyim eksik; keşke şu işi yapsaydım” gibi şekvâları işiteceksin.
Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor, “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki: “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor, gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Herşey böyle çabuk geçiyor” diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor.

Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.

Esbap tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder.
Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş.
Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:..
Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi.
Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı.
Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdis edildi.
Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin.
Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı.
Elbette, "Zâlim Allah’ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır" kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?
Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san’atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san’atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.
Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, gayet san’atkârâne bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmâsının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptelâ eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmâsını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, “Beni niçin bu mesâibe müptelâ ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.
Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.

Arkadaş! Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Beşincisi: Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a çalışamadığının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi.
Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve maişette suhulet görüyoruz.

10 Şubat 2024 Cumartesi

AĞZI OLAN KONUŞABİLİR Mİ?

İnsanoğlunun mahiyeti, nerden gelip nereye gittiği, hayatın gayesi, ölüm sonrası ve kıyametin tarihi gibi büyük meseleler hakkında sadece çok büyük insanlar, yani Peygamberler konuşabilir ve söyledikleri ne varsa hep vahye dayanır mâlûm. Yani insanoğlunun küçük aklı, büyük meseleler hakkında ahkâm kesmeye yetmez:

"...Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara - 216)

"Ey bütün mahlukat tarafından bilinen Rabb'im, seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık." (Hz. Peygamber)

Meşhur Cibrîl hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrâil’in “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusu üzerine; “Sorulan, sorandan daha iyi bilmemektedir.” diye cevap vermiştir. (Müslim, İmân, 93)

"Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir."

Tebük seferi sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) devesi Kasvâ kayboldu. Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.
Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı (asm) rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt,
"Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez." diye söylendi.
Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine (asm) ulaştırılınca,
"Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!" buyurdu ve ilâve etti:
"Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz."
Sahabîler, Hz. Resûlullah'ın (asm) tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler. (Sîre, 4:167; İbn-i Kesîr, Sîre, 4:16-17.)

Mektubunda diyorsun: رَبُّ الْعَالَمِينَ tabir ve tefsirinde “on sekiz bin âlem” demişler. O adedin hikmetini soruyorsun. Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum.

Yanlış saat de günde iki defa doğruyu gösterir misali bir defa doğru söylese, peşine bin tane yanlış katmadan yapamaz ki, felsefe denilen safsatalar silsilesi de esasen budur zaten:

"Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar." (En’âm - 116)

"Şu batıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Batıl olan, tamimdir."

Yani, bütünde veya günün sonunda hepsi muhakkak çuvallar. Bir de Son Peygamber'den sonra, ezelî hakikatlerin ilerleyen zaman dilimlerine ve "cycle"lara tekabül eden tezahürleri veya açılımları vardır ki, bunlar hakkında da Peygamber vârisleri veya temsilcileri fikir beyan edebilirler ancak:

"Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." (Kaynağını bulamadım)

Âhirzamanda yaygınlaşacak din karşıtı fikir akımları, Kuran'ın bu zamana bakan âyetlerinin izahı, kaçınılmaz sona doğru insanlığın ve müslümanların gidişatı ve bu hengamede en isabetli İslamî hareket tarzı gibi... 

"Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir." (Ebu Davud, Melahim)

"Risâle-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu'cize-i Kur'âniyedir."

"Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır."

Peki bu noktada bizim gibi küçük insanlara düşen ne olabilir? Büyüklerin çıkarımlarını iyice anlayarak şerh etmek, boşlukları doldurmak ve varsa eksik veya yanlış taraflarını tashih etmektir ki, büyük insanlar da en azından teferruatta hatadan büsbütün hâli olamazlar şüphesiz:

"Aziz kardeşlerim; Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder."

"Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz." 

Yoksa, hiçbir ehliyeti ve mazhariyeti olmadığı halde, kendinde bir keramet vehmederek veya adeta kendini tanrı yerine koyarak işkembe-i kübradan savurup durmak tam bir câhiliye sayılır ki, bilmediğini bile bilmeyen katmerli câhillerin büyük meseleler hakkında ağızlarını açmasına bile lüzum ve cevaz yoktur:

"Ya öğrenen ol, ya öğreten ol, ya dinleyen ol ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma. Yoksa helak olursun.” (Taberânî, Beyhakî)

"Her kim bîr eli itaatten çıkarırsa, kıyamet günü (kendini savunacak) hiçbîr hücceti/delili olmadığı hâlde Allah'ın huzuruna çıkar. Ve her kim boynunda bir bîat olmadığı hâlde (bir halifeye biat etmeden) ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.” 
(Müslim, İmare, 58)

3 Şubat 2024 Cumartesi

SEN YOK MUSUN SEN!

- Sen ne âlimi bilirsin, ne de câhili,

"Âlim câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil ise âlimi tanımaz, çünkü daha önce o âlim değildi." (Hz. Ali)

"Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir."

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-birinci-lema/279

- İlimden, irfandan, hikmetten, hattâ ilmi-i ledünden nasipdâr olmayı bırak, daha "ilk düğme" bilmeyi bile bilmeyen kara câhilin tekisin, 

"En anlayamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını aslâ kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şu (kültür) diye anlatmaya çalıştığımız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabıyla, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan manevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhassa mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak gerek... Bir de bizimkini düşün!" 

"Bunun üzerine hocalarının 'hangi ilim tab’ına muvafık' olduğu sualine cevaben, 'Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum' der.

- Sen daha asâleten Peygamberimizin, vekâleten Peygamber vârisi zamanın müceddidinin çizdiği çerçeveye girmeden ve "biat etmeden", işkembe-i kübrâdan sözümona fikir beyan etme hakkının olmadığını bile bilmeyensin, 

“Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar."

"Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz."

- Hep sığ sularda çırpınıp duran yüzeyselin teki değil misin,

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 

- Her söyleneni dikkatle ve insafla tahkik etmek şöyle dursun, göklere çıkardığın putlarının itiraf ettikleri yanlışları bile körü körüne savunan bir kralcısın, 

"Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir hâlet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatîat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin."

- Helal nedir, haramdan neden oluru da pek bilmezsin sen kardeşim,

"Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez."

- Bu yol bir tecdid ve tekâmül yolu olduğu hâlde, sen durmadan hep yerinde sayansın,

Halbuki Risale-i Nur yolu, "bir günü, bir gününe eş geçen ziyandadır" hadisi, Yunus Emre'nin "her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası." dizesi ve Üstadın "her bir zamanın bir hükmü var." veya "eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl" fehvalarınca bir tecdid ekolü sayılır aslında. Öyleyse, bu yolda olduğun yerde saymak ve "dönüp dönüp binâ okumak" yoktur; zâhiren daire dışında olan Köymen gibi "zaman geçtikçe sürekli hakikatlere şerh düşmek" vardır.
https://ilimveispat.blogspot.com/2023/11/beni-bir-sen-anladin-sen-de-yanlis.html

- Burada iddia ettiğinin tam tersini bir adım ötede hararetle savunabilen bir balık hafızalı veya çelişkiler yumağısın, 

06.06.2011-Recep Tayyip Erdoğan | 32.Gün Programı
”Gönlümde var.(Başkanlık Sistemi) Ama illa da olacak diye bir direncim yok.”
06.06.2011-Recep Tayyip Erdoğan | 32.Gün Programı
’Gönlümde başkanlık var’ diye bir ifadem yok. Tartışılsın diyorum, ‘gönlümde başkanlık var’ diye bir şey söylemedim”

- Birbirlerinin hâlinden pek de bir haberleri olmadıkları hâlde, cemaat zannettiğin o kuru kalabalıklarla avunan "urbalarla kemik, mintanlarla et" yığınlarındansın,

"Biri şöyle demiştir: Ben birtakım insanlar biliyorum. Bir araya gelmezler. Fakat onlardan biri diğerine 'Bütün servetini ver' dese, tereddüt etmez verir. Şu anda ise bir kısım insanlar tanıyorum ki, hergün bir araya gelirler, birbirlerinin hâlini sorarlar, hatta bazısı evdeki tavuğu bile sorar, fakat hâlini sorduğu insan malından bir taneye muhtaç olursa onu dahi ondan esirger. Bu riya ve nifaktan başka birşey değildir. Böyle bir sualin riya ve nifak olduğunun delili şudur. Sen adamı görürsün ki, karşısındaki adama 'Nasılsın?' der. Soran, sualinin cevabını beklemez sorulan da cevap vermekle değil, soru sormakla meşgul olur. Bunun hikmeti şudur: Onlar bilirler ki, bu sual ve cevaplar riya ve tekellüften başka birşey değildir. Onlar kalpleri kin ve nefretten uzak olmadığı halde dilleriyle sual sormaktadırlar!"

- Sen "komşusu açken tok yatan bizden değildir" ihtârını, âdeta "hacı-hoca" veya vaaz kürsüsü tekerlemesi zannedensin,

Son olarak birlikte çalıştığımız günlerden şahit olduğum dürüstlük örneklerinden birini anlatarak yazımı noktalamak istiyorum: Bir gün dükkâna fakir olduğu besbelli, yaşlı bir kadın gelmişti. Elinde satmak istediği el yazması bir kitap vardı. Ancak kadın öyle zor durumda olmalıydı ki eline bir yüz lira sıkıştırsanız kitabı hemen oracıkta verebilirdi. Şevket bey kadına kaç lira istiyorsun diye bile sormadı. Kitaba şöyle bir göz gezdirdi ve “Bu kitabın fiyatını bilmiyorum. Sen birkaç gün sonra gel sana değerini söyleyeyim” dedi.
Bu arada kadıncağızın hâline çok acımış, kimseye fark ettirmemeye çalışarak eline para sıkıştırmıştı. Sonra kitabı tanıdığı kitap kurdu bir uzmana yolladı. Şu anda kitabın ne ismini ne de müellifini hatırlıyorum, fakat kitap ikinci el bir otomobil alacak kadar değerli bir kitap çıktı. (Bugünkü parayla yaklaşık 25 bin lira.)
Şevket bey bu kitabı kadından hiç pazarlık etmeden tam o fiyata aldı. Ancak peşin parası olmadığı için kadınla her ay taksitle ödemek üzere anlaştı. Kadıncağızın sevincini o an görmeliydiniz…

- Feryat figan acı çeken ötekilerin imdadına ciğerin yanarak koşmayı bırak, hani kendi deyişinle öz akrabalarının bile zehirli akrebisin. 

- Mirası zehir zıkkım etmeden asla taksim edebilir misin; hem o "yarım akıllılar"ın tam hakkına rızâ gösterir mi hiç senin! 

"Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, geçmişte Hâris Muhâsibî, Alâüddîn Attâr ve diğer bâzı Hak dostlarının yaptığı gibi, âileden kalan büyük mîrasa el sürmemiş, hukuk sisteminin değişmesi sebebiyle de o alanda çalışmaya yönelmemiş, maîşetini Adana’da bir kereste ticarethânesinin muhâsebesini tutarak temin etmeye başlamıştır. Bir taraftan da hâl diliyle etrâfını irşâda devam etmiştir."

- Hepten haram veya şaibeli servet yığmış davardan hâllice damızlık koca peşinde kıvırtıp duran şu âhirzaman alametlerinden birisin,

"Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri gibi mücerret kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın."

- Katkılı matkılı demeden, raflarda ne bulduysan sepete ve mideye doldurabilen adeta biyolojik konteyner ve damak tadı felçlisisin, 

"Yazıya ironik şekilde başladım, kusura bakmayın. Ama hep lokantaları suçluyoruz, kendimizi değil. Birçok lokantanın iyi başlayıp sonra masa sayısını artırdıkları, şubeleşip kaliteyi düşürdükleri doğru. Ama madalyonun diğer tarafında müşterilerin damak tadı ve beklentileri var. Tahminime göre lokanta müşterilerinin yüzde 90’ının damak tadı yok. İyi yemek için değil, trend olan mekân için dışarı çıkıyorlar. Eleştirileri de yapıcı ya da kırıcı değil. Yanlış! İyi şeyi takdir etmiyor, sıradan ve hatta kötü olanıysa, sigaralarını tüttürüp rakılarını yudumlayarak, ayıla bayıla mideye indiriyorlar."

- Kurdu kuşu, börtü böceği bırak; gözünün önündeki o kör gözüne pençesi aç, hasta, yetim ve sakat hayvancıkları göremeyen ve birkaç lokma vermeye bile kalb takatı getiremeyen bir vicdan kötürümü, üstüne sürekli "hayvanseverlere" hırlayıp duran hayvandan bin betersin,

Üstad yazdığı mektupları, Risale-i Nurları kibrit kutusuna koyarak pencereden ağabeylere atarmış, ya da babam gibi yanına girip çıkan güvendiği kişilerle talebelerine ulaştırıyormuş. Zaman zaman iki beyaz fare geliyormuş, Üstad onlara şefkat gösteriyor, yiyecek veriyormuş. Babam Üstadın yanında iken yine iki beyaz fare gelmiş. Üstad bu sıra hapiste “Elhüccetü’z-Zehra” (Onbeşinci Şuâ) Risalesini yazmaktadır. Fareler gelmişler, elindeki kaleme sürtünmüşler. Üstad farelerin kulaklarına kalemi hafiften vurarak “Bunlar da benim gibi ihtiyar, ben bunları besliyorum” derken evcil hayvanlar gibi fareler kulaklarını kısıyor, nazlanıyorlarmış.
Üstadın yazdığı küçük kâğıdı birden iki fare tutarak alıp götürmüşler. Bir iki dakika sonra Üstadın bulunduğu odaya baskın ve arama yapılmış. Hiçbir şey bulamamışlar. Bir müddet sonra fareler kâğıdı tekrar geri getirip bırakmışlar.
Daha sonra Üstad cezaevinden çıkarken farelere kantinden yiyecek alması için babama bir miktar para bırakmış. Babam da cezaevinden çıkarken Sülümenlili müebbet mahkûmu bir arkadaşına kalan parayı farelere yiyecek almaya devam etmesi için bırakmış. O arkadaşı, mahkûmiyeti boyunca her gün farelere yiyecek vermiş. Paranın son kuruşuyla ekmek almaya giderken, kendisinin Yargıtay’dan temyizden beraat kararının geldiğini öğrenmiş. Paranın bittiği gün, mahkûmiyeti de bitmiş, hapisten çıkmış.

- Etinden, sütünden, yününden faydalanamadığın bir şeyi sevebilir misin sen hiç,

"Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir." 

- Sen hatalı hizmet veya ürününü derhal telafi etmeyi düşünmez, mağduru git-gellerle veya mahkemelerde sürüm sürüm süründürmedikçe kusurunu asla telafi etmezsin, 

Bir dostumdan dinledim…
Ahmet Tomor Hoca gençlik yıllarında bir arkadaşı ile beraber karpuz satıyormuş. Bir gün arkadaşı, Tomor hocaya şöyle demiş:
“Ahmet! Hep görüyorum karpuz satanlar, bir karpuz kesip tezgâha koyuyor, güzel görünsün, dikkat çeksin diye. Biz de en iyilerinden seçip keselim, reklâmımız olur, dikkat çeker.”
Ahmet hoca düşünmüş “Olmaz” demiş ve merakla bakan arkadaşına şöyle izah etmiş: “Sattığımız karpuz kestiğimiz gibi çıkmazsa müşteriyi kandırmış oluruz; kul hakkına gireriz. Dolayısıyla da haram para kazanmış oluruz. Kardeş! Değer mi üç kuruş için, dünya malı için harama girmeye? Allah bereketini de verir, müşteriyi de gönderir.”
Ve böylece karpuz kesilip tezgâha konulmadan satış yapmaya devam ederler.

- Hangi soydan, boydan veya kafatasından olursan ol; boş arsayı bulunca ânında o zâlim betonarmeleri toprağın bağrına saplamaktan başka bir şey düşünemeyen kaz kafalı bir laz müteahhit çocuğusun, 

Zaman zaman proje teklifleri geliyor, fakat konuşunca hepsi vazgeçiyor. Oysa şartlarım çok az;
1-Beton kullanmam
2-Bir-iki kat üzeri proje çizmem
3-Bodrum kat yapmam. Çünkü hafriyat yapılmasına razı değilim
4-Verimli topraklar üzerine proje çizmem
5-Fay hattına yakın proje çizmem
(Semih Akşeker)

- Dörtgen prizmayı ve primitif hacimleri bile doğru düzgün çizemeyen bir yeteneksiz olduğu halde, öğrenci seçmenin azizliğine uğrayarak mimar ve tasarımcı diplomasını kapanlarla birlikte şu güzelim yeryüzünün içine edensin, 

Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü. Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahipler mimarlık yapabiliyor. Yeryüzü ile oynanıyor sonuçta.

- Sen bütün basılı malzemenin ve kurumsal kimlik tasarımı öğelerinin; denetimsizlikten mesleğin içine sinsice sızan grafik canavarlarının insafına havale edilmiş çöp grafiklerle sıvanmasına ve memleketin baştan başa görsel mezbeleliğe dönmesine o efsanevî bakarkörlüğünle seyirci kalansın,

- "Trafik canavarı değil miydi yahu o?"
Bilgelerin olmadığı yerde bilmediğini bile bilmeyenlerin düşünce dünyasını, âdil ve muktedir yöneticilerin olmadığı yerde çetelerin devleti, hakikî müzisyenlerin olmadığı yeni nesil rapçilerin müzik piyasasını, gurmelerin olmadığı yerde de endüstriyel çöp gıdaların yeme içme sektörünü domine etmesi gibi; gerçek tasarımcıların değerinin bilinmediği yerde de grafik canavarları tasarım alanını ele geçirmiş, çirkinlik ve çarpıklıklarını âdeta norm haline getirerek her tarafa bulaştırmışlardır. Yerli firmaların yüzde doksandokuzunun ve özellikle yerel işletmelerin hemen hepsinin grafik işaretleri, "grafik denetimi" olmamasını bulunmaz fırsat bilerek bu yola bodozlama dalan ehliyetsiz grafik canavarları tarafından bütün grafik kuralları ihlal edilerek sıvanmış ve önü açık nice firmanın "dış görünüşü" pert edilmiş, nihayetinde ticarî hayatları karartılmıştır maalesef. 

- Emanetleri, "hemşolarına" veya dalkavuklarına peşkeş çekenden başka nesin; binbir türlü alavere dalavere ve goygoyla koltuğa çöktüğünde kadrolara kemikçilerini doldurmak eskiden beri ilk icraatin değil midir sanki senin, 

"Ehliyetsiz oğluna, bin türlü torpil ve alavere dalavere ile yağlı bir iş temin eder. Kendi yer, oğlu yer."

- Daha dün ana avrat dümdüz gittiklerine, icâbında bugün "ağam-paşam-reisim" çekerek okkalı küfürleri tam hak edensin,

“Türkiye’de siyaset adına hava atmaya çalışan AKP ve Tayyip Erdoğan’a o yerel seçimlerde gününü göstereceğiz. Allah selamet versin bir tarafta Erdoğan medyası, bir tarafta Doğan medyası yok yani yer yok ama doğruyu hepsi görecekler. Bugün AKP’nin iktidarda olması AKP’nin maharetinden değil. Bizim kabahatimizden biz kabahatimizi biliyoruz. AKP’den bu milleti kurtaracağız.”

- Eskiden beri nicelerini ve nicedir şu abdestli yiyicileri başımıza musallat eden zelil ve rezil bir şakşakçısın, 

Yandaş medyada yer alan haberde New York'un Manhattan bölgesinde, John Marshall Studios'un teknik imkânlarını da kullanarak Robin Lai'nin hazırladığı rapora değinildi.
Ancak şirket yaptığı açıklamada böyle bir rapor vermediğini, haberde görülen antetli kağıdın ve kartvizitin de kendilerine ait olmadığını belirtti. Üstelik antetli kağıdın ve üzerine tutuşturulan kartvizitin de şirketle ilgisinin olmadığını belirterek "sahtekarlık" ifadesini kullandı.

- Sen işleri kitabına göre yapmazsın; her işi kitabına uyduransın,

"Tasarım öyle özel bir alan ki, işi ‘yapan’ kadar işi ‘veren’ de gelişmiş olmalı, takıntıları olmalı. O tasarımcıyla şu tasarımcının yaptıkları arasındaki farkı fark edebilmeli, bu farkın önemini bilebilmeli, bu konudaki takıntılarının kişisel hazzını duyabilmeli. Yemek yemekle, ‘o yerde’, ‘o yemeği’ yemiş olmak arasındaki fark gibi bir şey bu. Bilinirliğimin özellikleri sayesinde önelemeyi işverenler yapıyor ve sadece ‘bazı işler’ geliyor. Bu nedenle istemediğim işlerin sayısı çok değil. Çalışmalar doğru bulduğum bir yolda gitmezse, özür dileyerek ayrılıyorum." 

- Sen kökten bozuk şu kokuşmuş düzenin has adamı, kullanışlı maşası ve payandasısın,

- Sen bugünün güya mazlumu, yarının en baş zâlimisin, 

-“İşkenceciler ve onlara pirim verenlere, göz yuman ve onları cesaretlendirenler, ben ve benim gibi binlerce vatan evlâdı arasında kan vardır!.. Ve bu kan, İlâhî adaletin tecellisiyle kanla temizlenecektir!.. Eğer bizim kadınlarımız ve çocuklarımız ağlıyorsa, onlarınki de ağlayacak!.. Eğer bizim analarımız, babalarımız çekilen bu acılara dayanamayıp felç oluyor, ıstıraplar içinde kıvranıyor ve vefat ediyorsa, onların da anaları ve babaları, hattâ ve hattâ sülâlelerinde yediden yetmişe herkes bu acıları tadacak!”

- Sen kendini bir şey zanneden, kerameti kendinden menkul sahte bir evliyâsın,

"Kesinlikle ne bir sineğin ne bir tahtakurusunun ve ne de bir karıncanın, Üstadı rahatsız ettiğini görmedik. Hatta Emirdağ'ında kalırken, Üstad'ın bulunduğu yerde çok tahtakurusu olduğu hâlde Üstad'ı rahatsız etmiyorlardı. Üstad da onlardan rahatsız olmuyordu. Tahtakurularını temizlememize de müsaade etmezdi. Tahtakuruları için, 'Onlar benim zikir arkadaşımdırlar.' derdi."

- Kasandan, posandan ve masandan başka pek bir tasan olmadığı hâlde, sanki "beklenen adamsın",

AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan, Başbakan Erdoğan için "Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var. İşte bunun önünü kesmek istediler" dedi.

- Lafta dine hizmet ediyorum ayağına, egosunu pazarlayan veya cebini dolduran alçak bir din tüccarısın,

Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder." sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.

- Gerektiğinde baş düşmanının hakkını hukukunu bile cansiperâne müdafaa etmeyi bırak, nefsinin ve putlarının aleyhindeki gün gibi apaçık gerçekleri bile asla kabul etmeyen ve derhal ev sahibini basmaya yeltenen bir yavuz hırsızsın,

"Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: 'Sen de filan filan şeyleri yaptın!' Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, iman zafiyetidir."

***

Bir çoğumuz bunlardan biriyiz maalesef ve yazıklar olsun ki ben de... Seni hep şöyle bir tarafa ayırdığımı ise çok iyi biliyorsun "istisnacığım" sakın endişe etme!..

“Söylenen sözleri hiç kimse üstüne almıyor artık!” dedi biri. “Altında kalmamak için!” dedi diğeri. (Gökhan Özcan) 

"Kendini kınayan nefse de yemin ederim ki elbette siz dirileceksiniz." (Kıyâme - 2)

***

'İstanbul'a ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum'

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...