11 Nisan 2024 Perşembe

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadır. Nitekim her yazar, daha çok okur tarafından okunmak ister: “Sadece kendileri için yazdıklarını söyleyen kötü yazarlar ordusuna dahil değilim. Yazarların kendileri için yazdıkları tek şey, ne alacaklarını hatırlamalarına yardım eden, işi bitince de atılan alışveriş listesidir. Çamaşırhane listesi de dahil, geri kalan her şey bir başkasına yazılmış mesajlardır. Onlara monolog değil, diyalog denir.”
Eco’nun romanlarında görülen postmodern nitelik, ona göre, ‘çifte kodlama’dan başka bir şey değildir: “Bazı eleştirmenler romanlarımda tipik bir postmodern nitelik olduğunu söylerler, bu da adlı adınca ‘çifte kodlama’dır. Gülün Adı Üzerine Düşünceler’de belirttiğim gibi, postmodernizm her ne ise, en azından iki tane tipik postmodern teknik uygulamakta olduğumun başından beri farkındayım. Bunlardan biri metinlerarası ironidir: Başka tanınmış metinlerden doğrudan alıntılama ya da onlara anlaşılır sayılabilecek göndermelerde bulunma. İkincisi ise, üst-anlatı: Yazar doğrudan okura hitap ettiğinde metnin kendisinden doğan düşünceler. ‘Çifte kodlama’, metinlerarası ironinin, üstü kapalı olarak başvurulan üst-anlatıyla birlikte eşzamanlı kullanılmasıdır. (…) Kabul ediyorum ki, bu çifte kodlama tekniğini uygulayan yazar, bilmiş okurla arasında bir tür sessiz suç ortaklığı kurmaktadır, halktan bazı okurlar da ince imaları sezmeyince gözlerinden bir şey kaçırdıklarını hissedebilirler. Ama inanıyorum ki edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir. Aynı zamanda, daha iyi anlamak istediklerinden aynı metni iki kez, hatta belki de birkaç kez okumaları için insanları harekete geçirmek ve heveslendirmektir. Bu bakımdan, çifte kodlamanın istemsizce yapılan soylu bir hareket değil, okurun zekasına ve iyi niyetine saygı göstermenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.”
Çifte kodlama, aslında yalnızca mimari ve edebiyat değil, tüm sanat eserlerini, hatta tüm iletişim faaliyetlerini kapsayabilecek bir niteliktir. Mesela Hollywood şablonlarıyla yapılmış bir film, bir yandan bize bambaşka şeyler anlatabilir.
Eco’nun anlattığı gibi, bir romanın geniş bir okur kitlesine ulaşabilmesinin güvencesi çifte kodlamadır. Bu, aynı zamanda romanın yüksek zümre tarafından benimsenmesi, edebi değerinin teslim edilmesi anlamına gelir. Tek kodlamayla yazılan bir roman, ya yalnızca çok geniş kitleleri yakalayacak ya da sadece çok dar bir kitlenin ilgi ve beğenisini kazanacaktı.
Bence daha da önemlisi, bir esere yüksek zümre tarafından değer ve onay verilmesinin o eserle ilgili geniş kitlelerde yaratacağı “meşruiyet algısı”dır. Böylece eser, kitleler gözünde ayrı bir değer devşirmiş olacaktır."

Kuran-ı Kerim'de ise "çoklu kodlama" mevcuttur denilebilir... Nitekim bir fikrin yüksekliği, herkesçe anlaşılamaması veya az takipçi sayısı ile değil; cåhillerden âlimlere, âvamdan havassa kadar seviyesine göre her tür insana hitap edebilmesi ve bir şeyler verebilmesiyle ölçülür: 

"Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri birer mânâya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor."

"Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi dinleyip istifade edecekler."

“Kur’ân-ı Kerim’de müteşabihat vardır” dedikleri birinci şüphelerine cevap: Evet, Kur’ân-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani, umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde, avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır.

"BİRİNCİ NÜKTE: Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. 
Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. 
Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. 
Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. 
Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.
Evet, şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa göre zâhir-i şeriatı hakikat-i şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi var."

"Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” Zira, bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âmînin velev hissetmezse namazı, büyük bir velînin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır velev şuurun taallûk etmezse. Fakat derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar, ne kadar merâtip bulunur. Öyle de, namazın derecatında da daha fazla meratip bulunabilir. Fakat bütün o merâtipte, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur."

Hattâ, Kur'ân'ın mu'cize-i mâneviyesinin tereşşuhatı Risale-i Nur'da dahi:

“Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”

"Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler “Tefhim edilmez” deyip, değil avâma, belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve “Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor” diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât ve suhulet-i beyan, elbette, bilâşüphe, bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîmin i’câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır."

"Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi, hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir.
Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avâmlara da, çocuklara da bildiriyor.
Hem meselâ, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli sahifede, meşhur Mukaddemât-ı İsnâ Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet olmazsa nedir?"

"Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır."

"Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.
Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’ etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”
Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz."

9 Nisan 2024 Salı

NURİ BİLGE CEYLAN

"Neredeyse tanrısal bir duygu uyandırır"

Ah kıymetli Nuri Bey ah, sizin muhakkak Bediüzzaman'ı tanımanız lâzım muhakkak:

Ders yaptığımız evin etrafında o zaman kesretli kavak ağaçları vardı. Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi onları temaşa eder ve "Bunların temaşasından on sinemadan, yirmi tiyatrodan ziyade nefsim lezzet alıyor" derdi.

Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz.
Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’diye, nağamât-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.
Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

BEN YAPTIM OLDU

4. Markanın, hedef kitlenizde meşruiyet algısı sağlaması sadece o hedef kitle tarafından itibar görmesiyle mümkün değildir. Çok daha geniş bir kitlede en azından süfli, aşağı ve pespaye görünmemesi şarttır.
5. Bilgi akışkandır ve yukarıdan aşağıya doğru akar. Meşruiyet de yukarıdan aşağıya doğru yayılır. Zaten iletişimde zaman zaman tanıklıklar (testimonial) ve şöhretler (celebrity) bu nedenle kullanılır. Markanızı yukarılarda konumlandırmamış olabilirsiniz, hatta satmazsınız da, ama orayı dikkate almanız gerekir. Çünkü orası, bir nevi kanaat önderliği makamıdır.

''Bir fikre davet cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.''

TÜRKİYELİ İŞVEREN

- Eleman aradıkları iş koluna dair doğru düzgün bilgi edinme zahmetine girmeden, buldukları "joker ilanları" kopyalayıp duran gerzek ikacılar...
- Bine yakın başvuru yapılan kolpa ilanı kısa aralıklarla tekrar tekrar yayınlayan umut tâciri dolandırıcılar...
- Başvurulara hiç bakmayanlar ve olumsuz da olsa geri bildirimde bulunmak gibi asgarî sosyal nezaketin bile hakkını veremeyen iki ayaklılar...
- Görüşme gayet olumlu geçmişken ve arayacağız dedikleri halde geri dönmeyen palavracılar...
- Adaylara, işle hiç alâkası olmayan özel sorular sormaya cüret eden arsızlar...
- Ayrı ayrı uzmanlık gerektiren işleri, üstelik trajikomik maaşlara tek kişiden bekleyen yamyamlar...
- Hattâ, beş para etmez uyduruk bir girişim için, boş beleş vaatlerle "gönüllü" arayan çakallar...
- Acele işlerin bir halta yaramayacağını bir türlü idrak edemeyen mal oğlu mallar...
- Tasarımın özü, özgün fikir ve eskiz aşamasını zerre kadar umursamayan ve "program da program!" diye tutturan teknotaparlar...
- Şu teknik imkânlar içinde bile, beyaz yakaları hâlâ fulltime ofislere tıkmaya çalışan ve dipdibe çalışmayı şart koşan geri kafalılar ve daha neler neler...

Nicedir gözlemlediğim veya tecrübe ettiğim Linkedin Türk işveren profili böyle... İstisnâlar çıkarsa, hürmetlerimle!

1 Nisan 2024 Pazartesi

EL ELİN NESİNE GÜLEREK GİDER YASINA

başlık tutar mı, bilmiyorum ama içimi dökmek istedim. benim durumumda olan başka insanlar var mı, merâk ediyorum.
evet, insanların ölmesini umursa(ya)mıyorum ve bu durum, canımı fazlasıyla sıkıyor. bâzen insanlıktan uzaklaştığımı bâzen otizmli, asperger sendromlu bir birey olduğumu düşünüyorum.
gündemde, filistin-isrâil savaşı var. kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmıyorum, bu yazının konusu değil. onca katliam, vahşet, ceset görüntüsünü izledim; umurumda olmadı. ulan tüm isrâil ve filistin ölse zerre kadar umursamam. bana ne içine tüküreyim.
deprem oldu, mesâi arkadaşlarımdan 4 kişi öldü; umurumda olmadı. çevremden, tanıdıklardan, akrabâlardan ölenler oluyor; ben ise hiç oralı olmuyorum. yarın kalksam (âilem hâriç) dünyadaki tüm insanlar ölse o kadar umurumda olmaz yine. pek üzülmem.
sâdece kendimi ve âilemi düşünüyorum hayatta. bu da beni rahatsız ediyor. çünkü dünyâ için endişelenen, kendinden başkalarını da düşünen, empati duygusu gelişmiş, başkalarının acılarını hissedebilen bir insan olmayı istiyorum. tâ ki insanların gerçek yüzlerini görene kadar...
aslında biliyorum: diğer insanlar da benim gibi... herkes; bencil, umursamaz, menfaatperest, açgözlü, konfor düşkünü, lüks ve haz peşinde... herkes "üzülüyormuş gibi" yapıyor sâdece... ama ne bileyim, canım sıkılıyor bu duruma. çünkü insanlıktan gitgide uzaklaştığımı hissediyorum. sokaktaki başıboş köpeklere nasıl bakıyorsam insanlara da öyle bakıyorum.
bâzen içimden,
"yansın dünyâ lan!.. bana bir şey olmadıktan sonra herkes gebersin içine tüküreyim. akşam aç kalmayayım, yatacak yerim olsun, sağlık sorunum olmasın; isterse dünyâdaki herkes bir anda ölsün; umurumda değil!.. tek derdim, akşam yiyeceğim yemek." diyorum.
gerçi bu durum yalnızca bana ârız bir belâ değil sanırım. çünkü atalar ne güzel söylemiş:
el, elin nesine; gülerek gider yasına...

***

"Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim."

"Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”


ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...