3 Şubat 2024 Cumartesi

SEN YOK MUSUN SEN!

- Sen ne âlimi bilirsin, ne de câhili,

"Âlim câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil ise âlimi tanımaz, çünkü daha önce o âlim değildi." (Hz. Ali)

"Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir."

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-birinci-lema/279

- İlimden, irfandan, hikmetten, hattâ ilmi-i ledünden nasipdâr olmayı bırak, daha "ilk düğme" bilmeyi bile bilmeyen kara câhilin tekisin, 

"En anlayamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını aslâ kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şu (kültür) diye anlatmaya çalıştığımız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabıyla, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan manevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhassa mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak gerek... Bir de bizimkini düşün!" 

"Bunun üzerine hocalarının 'hangi ilim tab’ına muvafık' olduğu sualine cevaben, 'Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum' der.

- Sen daha asâleten Peygamberimizin, vekâleten Peygamber vârisi zamanın müceddidinin çizdiği çerçeveye girmeden ve "biat etmeden", işkembe-i kübrâdan sözümona fikir beyan etme hakkının olmadığını bile bilmeyensin, 

“Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar."

"Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz."

- Hep sığ sularda çırpınıp duran yüzeyselin teki değil misin,

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 

- Her söyleneni dikkatle ve insafla tahkik etmek şöyle dursun, göklere çıkardığın putlarının itiraf ettikleri yanlışları bile körü körüne savunan bir kralcısın, 

"Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir hâlet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatîat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin."

- Helal nedir, haramdan neden oluru da pek bilmezsin sen kardeşim,

"Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez."

- Bu yol bir tecdid ve tekâmül yolu olduğu hâlde, sen durmadan hep yerinde sayansın,

Halbuki Risale-i Nur yolu, "bir günü, bir gününe eş geçen ziyandadır" hadisi, Yunus Emre'nin "her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası." dizesi ve Üstadın "her bir zamanın bir hükmü var." veya "eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl" fehvalarınca bir tecdid ekolü sayılır aslında. Öyleyse, bu yolda olduğun yerde saymak ve "dönüp dönüp binâ okumak" yoktur; zâhiren daire dışında olan Köymen gibi "zaman geçtikçe sürekli hakikatlere şerh düşmek" vardır.
https://ilimveispat.blogspot.com/2023/11/beni-bir-sen-anladin-sen-de-yanlis.html

- Burada iddia ettiğinin tam tersini bir adım ötede hararetle savunabilen bir balık hafızalı veya çelişkiler yumağısın, 

06.06.2011-Recep Tayyip Erdoğan | 32.Gün Programı
”Gönlümde var.(Başkanlık Sistemi) Ama illa da olacak diye bir direncim yok.”
06.06.2011-Recep Tayyip Erdoğan | 32.Gün Programı
’Gönlümde başkanlık var’ diye bir ifadem yok. Tartışılsın diyorum, ‘gönlümde başkanlık var’ diye bir şey söylemedim”

- Birbirlerinin hâlinden pek de bir haberleri olmadıkları hâlde, cemaat zannettiğin o kuru kalabalıklarla avunan "urbalarla kemik, mintanlarla et" yığınlarındansın,

"Biri şöyle demiştir: Ben birtakım insanlar biliyorum. Bir araya gelmezler. Fakat onlardan biri diğerine 'Bütün servetini ver' dese, tereddüt etmez verir. Şu anda ise bir kısım insanlar tanıyorum ki, hergün bir araya gelirler, birbirlerinin hâlini sorarlar, hatta bazısı evdeki tavuğu bile sorar, fakat hâlini sorduğu insan malından bir taneye muhtaç olursa onu dahi ondan esirger. Bu riya ve nifaktan başka birşey değildir. Böyle bir sualin riya ve nifak olduğunun delili şudur. Sen adamı görürsün ki, karşısındaki adama 'Nasılsın?' der. Soran, sualinin cevabını beklemez sorulan da cevap vermekle değil, soru sormakla meşgul olur. Bunun hikmeti şudur: Onlar bilirler ki, bu sual ve cevaplar riya ve tekellüften başka birşey değildir. Onlar kalpleri kin ve nefretten uzak olmadığı halde dilleriyle sual sormaktadırlar!"

- Sen "komşusu açken tok yatan bizden değildir" ihtârını, âdeta "hacı-hoca" veya vaaz kürsüsü tekerlemesi zannedensin,

Son olarak birlikte çalıştığımız günlerden şahit olduğum dürüstlük örneklerinden birini anlatarak yazımı noktalamak istiyorum: Bir gün dükkâna fakir olduğu besbelli, yaşlı bir kadın gelmişti. Elinde satmak istediği el yazması bir kitap vardı. Ancak kadın öyle zor durumda olmalıydı ki eline bir yüz lira sıkıştırsanız kitabı hemen oracıkta verebilirdi. Şevket bey kadına kaç lira istiyorsun diye bile sormadı. Kitaba şöyle bir göz gezdirdi ve “Bu kitabın fiyatını bilmiyorum. Sen birkaç gün sonra gel sana değerini söyleyeyim” dedi.
Bu arada kadıncağızın hâline çok acımış, kimseye fark ettirmemeye çalışarak eline para sıkıştırmıştı. Sonra kitabı tanıdığı kitap kurdu bir uzmana yolladı. Şu anda kitabın ne ismini ne de müellifini hatırlıyorum, fakat kitap ikinci el bir otomobil alacak kadar değerli bir kitap çıktı. (Bugünkü parayla yaklaşık 25 bin lira.)
Şevket bey bu kitabı kadından hiç pazarlık etmeden tam o fiyata aldı. Ancak peşin parası olmadığı için kadınla her ay taksitle ödemek üzere anlaştı. Kadıncağızın sevincini o an görmeliydiniz…

- Feryat figan acı çeken ötekilerin imdadına ciğerin yanarak koşmayı bırak, hani kendi deyişinle öz akrabalarının bile zehirli akrebisin. 

- Mirası zehir zıkkım etmeden asla taksim edebilir misin; hem o "yarım akıllılar"ın tam hakkına rızâ gösterir mi hiç senin! 

"Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, geçmişte Hâris Muhâsibî, Alâüddîn Attâr ve diğer bâzı Hak dostlarının yaptığı gibi, âileden kalan büyük mîrasa el sürmemiş, hukuk sisteminin değişmesi sebebiyle de o alanda çalışmaya yönelmemiş, maîşetini Adana’da bir kereste ticarethânesinin muhâsebesini tutarak temin etmeye başlamıştır. Bir taraftan da hâl diliyle etrâfını irşâda devam etmiştir."

- Hepten haram veya şaibeli servet yığmış davardan hâllice damızlık koca peşinde kıvırtıp duran şu âhirzaman alametlerinden birisin,

"Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri gibi mücerret kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın."

- Katkılı matkılı demeden, raflarda ne bulduysan sepete ve mideye doldurabilen adeta biyolojik konteyner ve damak tadı felçlisisin, 

"Yazıya ironik şekilde başladım, kusura bakmayın. Ama hep lokantaları suçluyoruz, kendimizi değil. Birçok lokantanın iyi başlayıp sonra masa sayısını artırdıkları, şubeleşip kaliteyi düşürdükleri doğru. Ama madalyonun diğer tarafında müşterilerin damak tadı ve beklentileri var. Tahminime göre lokanta müşterilerinin yüzde 90’ının damak tadı yok. İyi yemek için değil, trend olan mekân için dışarı çıkıyorlar. Eleştirileri de yapıcı ya da kırıcı değil. Yanlış! İyi şeyi takdir etmiyor, sıradan ve hatta kötü olanıysa, sigaralarını tüttürüp rakılarını yudumlayarak, ayıla bayıla mideye indiriyorlar."

- Kurdu kuşu, börtü böceği bırak; gözünün önündeki o kör gözüne pençesi aç, hasta, yetim ve sakat hayvancıkları göremeyen ve birkaç lokma vermeye bile kalb takatı getiremeyen bir vicdan kötürümü, üstüne sürekli "hayvanseverlere" hırlayıp duran hayvandan bin betersin,

Üstad yazdığı mektupları, Risale-i Nurları kibrit kutusuna koyarak pencereden ağabeylere atarmış, ya da babam gibi yanına girip çıkan güvendiği kişilerle talebelerine ulaştırıyormuş. Zaman zaman iki beyaz fare geliyormuş, Üstad onlara şefkat gösteriyor, yiyecek veriyormuş. Babam Üstadın yanında iken yine iki beyaz fare gelmiş. Üstad bu sıra hapiste “Elhüccetü’z-Zehra” (Onbeşinci Şuâ) Risalesini yazmaktadır. Fareler gelmişler, elindeki kaleme sürtünmüşler. Üstad farelerin kulaklarına kalemi hafiften vurarak “Bunlar da benim gibi ihtiyar, ben bunları besliyorum” derken evcil hayvanlar gibi fareler kulaklarını kısıyor, nazlanıyorlarmış.
Üstadın yazdığı küçük kâğıdı birden iki fare tutarak alıp götürmüşler. Bir iki dakika sonra Üstadın bulunduğu odaya baskın ve arama yapılmış. Hiçbir şey bulamamışlar. Bir müddet sonra fareler kâğıdı tekrar geri getirip bırakmışlar.
Daha sonra Üstad cezaevinden çıkarken farelere kantinden yiyecek alması için babama bir miktar para bırakmış. Babam da cezaevinden çıkarken Sülümenlili müebbet mahkûmu bir arkadaşına kalan parayı farelere yiyecek almaya devam etmesi için bırakmış. O arkadaşı, mahkûmiyeti boyunca her gün farelere yiyecek vermiş. Paranın son kuruşuyla ekmek almaya giderken, kendisinin Yargıtay’dan temyizden beraat kararının geldiğini öğrenmiş. Paranın bittiği gün, mahkûmiyeti de bitmiş, hapisten çıkmış.

- Etinden, sütünden, yününden faydalanamadığın bir şeyi sevebilir misin sen hiç,

"Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir." 

- Sen hatalı hizmet veya ürününü derhal telafi etmeyi düşünmez, mağduru git-gellerle veya mahkemelerde sürüm sürüm süründürmedikçe kusurunu asla telafi etmezsin, 

Bir dostumdan dinledim…
Ahmet Tomor Hoca gençlik yıllarında bir arkadaşı ile beraber karpuz satıyormuş. Bir gün arkadaşı, Tomor hocaya şöyle demiş:
“Ahmet! Hep görüyorum karpuz satanlar, bir karpuz kesip tezgâha koyuyor, güzel görünsün, dikkat çeksin diye. Biz de en iyilerinden seçip keselim, reklâmımız olur, dikkat çeker.”
Ahmet hoca düşünmüş “Olmaz” demiş ve merakla bakan arkadaşına şöyle izah etmiş: “Sattığımız karpuz kestiğimiz gibi çıkmazsa müşteriyi kandırmış oluruz; kul hakkına gireriz. Dolayısıyla da haram para kazanmış oluruz. Kardeş! Değer mi üç kuruş için, dünya malı için harama girmeye? Allah bereketini de verir, müşteriyi de gönderir.”
Ve böylece karpuz kesilip tezgâha konulmadan satış yapmaya devam ederler.

- Hangi soydan, boydan veya kafatasından olursan ol; boş arsayı bulunca ânında o zâlim betonarmeleri toprağın bağrına saplamaktan başka bir şey düşünemeyen kaz kafalı bir laz müteahhit çocuğusun, 

Zaman zaman proje teklifleri geliyor, fakat konuşunca hepsi vazgeçiyor. Oysa şartlarım çok az;
1-Beton kullanmam
2-Bir-iki kat üzeri proje çizmem
3-Bodrum kat yapmam. Çünkü hafriyat yapılmasına razı değilim
4-Verimli topraklar üzerine proje çizmem
5-Fay hattına yakın proje çizmem
(Semih Akşeker)

- Dörtgen prizmayı ve primitif hacimleri bile doğru düzgün çizemeyen bir yeteneksiz olduğu halde, öğrenci seçmenin azizliğine uğrayarak mimar ve tasarımcı diplomasını kapanlarla birlikte şu güzelim yeryüzünün içine edensin, 

Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü. Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahipler mimarlık yapabiliyor. Yeryüzü ile oynanıyor sonuçta.

- Sen bütün basılı malzemenin ve kurumsal kimlik tasarımı öğelerinin; denetimsizlikten mesleğin içine sinsice sızan grafik canavarlarının insafına havale edilmiş çöp grafiklerle sıvanmasına ve memleketin baştan başa görsel mezbeleliğe dönmesine o efsanevî bakarkörlüğünle seyirci kalansın,

- "Trafik canavarı değil miydi yahu o?"
Bilgelerin olmadığı yerde bilmediğini bile bilmeyenlerin düşünce dünyasını, âdil ve muktedir yöneticilerin olmadığı yerde çetelerin devleti, hakikî müzisyenlerin olmadığı yeni nesil rapçilerin müzik piyasasını, gurmelerin olmadığı yerde de endüstriyel çöp gıdaların yeme içme sektörünü domine etmesi gibi; gerçek tasarımcıların değerinin bilinmediği yerde de grafik canavarları tasarım alanını ele geçirmiş, çirkinlik ve çarpıklıklarını âdeta norm haline getirerek her tarafa bulaştırmışlardır. Yerli firmaların yüzde doksandokuzunun ve özellikle yerel işletmelerin hemen hepsinin grafik işaretleri, "grafik denetimi" olmamasını bulunmaz fırsat bilerek bu yola bodozlama dalan ehliyetsiz grafik canavarları tarafından bütün grafik kuralları ihlal edilerek sıvanmış ve önü açık nice firmanın "dış görünüşü" pert edilmiş, nihayetinde ticarî hayatları karartılmıştır maalesef. 

- Emanetleri, "hemşolarına" veya dalkavuklarına peşkeş çekenden başka nesin; binbir türlü alavere dalavere ve goygoyla koltuğa çöktüğünde kadrolara kemikçilerini doldurmak eskiden beri ilk icraatin değil midir sanki senin, 

"Ehliyetsiz oğluna, bin türlü torpil ve alavere dalavere ile yağlı bir iş temin eder. Kendi yer, oğlu yer."

- Daha dün ana avrat dümdüz gittiklerine, icâbında bugün "ağam-paşam-reisim" çekerek okkalı küfürleri tam hak edensin,

“Türkiye’de siyaset adına hava atmaya çalışan AKP ve Tayyip Erdoğan’a o yerel seçimlerde gününü göstereceğiz. Allah selamet versin bir tarafta Erdoğan medyası, bir tarafta Doğan medyası yok yani yer yok ama doğruyu hepsi görecekler. Bugün AKP’nin iktidarda olması AKP’nin maharetinden değil. Bizim kabahatimizden biz kabahatimizi biliyoruz. AKP’den bu milleti kurtaracağız.”

- Eskiden beri nicelerini ve nicedir şu abdestli yiyicileri başımıza musallat eden zelil ve rezil bir şakşakçısın, 

Yandaş medyada yer alan haberde New York'un Manhattan bölgesinde, John Marshall Studios'un teknik imkânlarını da kullanarak Robin Lai'nin hazırladığı rapora değinildi.
Ancak şirket yaptığı açıklamada böyle bir rapor vermediğini, haberde görülen antetli kağıdın ve kartvizitin de kendilerine ait olmadığını belirtti. Üstelik antetli kağıdın ve üzerine tutuşturulan kartvizitin de şirketle ilgisinin olmadığını belirterek "sahtekarlık" ifadesini kullandı.

- Sen işleri kitabına göre yapmazsın; her işi kitabına uyduransın,

"Tasarım öyle özel bir alan ki, işi ‘yapan’ kadar işi ‘veren’ de gelişmiş olmalı, takıntıları olmalı. O tasarımcıyla şu tasarımcının yaptıkları arasındaki farkı fark edebilmeli, bu farkın önemini bilebilmeli, bu konudaki takıntılarının kişisel hazzını duyabilmeli. Yemek yemekle, ‘o yerde’, ‘o yemeği’ yemiş olmak arasındaki fark gibi bir şey bu. Bilinirliğimin özellikleri sayesinde önelemeyi işverenler yapıyor ve sadece ‘bazı işler’ geliyor. Bu nedenle istemediğim işlerin sayısı çok değil. Çalışmalar doğru bulduğum bir yolda gitmezse, özür dileyerek ayrılıyorum." 

- Sen kökten bozuk şu kokuşmuş düzenin has adamı, kullanışlı maşası ve payandasısın,

- Sen bugünün güya mazlumu, yarının en baş zâlimisin, 

-“İşkenceciler ve onlara pirim verenlere, göz yuman ve onları cesaretlendirenler, ben ve benim gibi binlerce vatan evlâdı arasında kan vardır!.. Ve bu kan, İlâhî adaletin tecellisiyle kanla temizlenecektir!.. Eğer bizim kadınlarımız ve çocuklarımız ağlıyorsa, onlarınki de ağlayacak!.. Eğer bizim analarımız, babalarımız çekilen bu acılara dayanamayıp felç oluyor, ıstıraplar içinde kıvranıyor ve vefat ediyorsa, onların da anaları ve babaları, hattâ ve hattâ sülâlelerinde yediden yetmişe herkes bu acıları tadacak!”

- Sen kendini bir şey zanneden, kerameti kendinden menkul sahte bir evliyâsın,

"Kesinlikle ne bir sineğin ne bir tahtakurusunun ve ne de bir karıncanın, Üstadı rahatsız ettiğini görmedik. Hatta Emirdağ'ında kalırken, Üstad'ın bulunduğu yerde çok tahtakurusu olduğu hâlde Üstad'ı rahatsız etmiyorlardı. Üstad da onlardan rahatsız olmuyordu. Tahtakurularını temizlememize de müsaade etmezdi. Tahtakuruları için, 'Onlar benim zikir arkadaşımdırlar.' derdi."

- Kasandan, posandan ve masandan başka pek bir tasan olmadığı hâlde, sanki "beklenen adamsın",

AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan, Başbakan Erdoğan için "Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var. İşte bunun önünü kesmek istediler" dedi.

- Lafta dine hizmet ediyorum ayağına, egosunu pazarlayan veya cebini dolduran alçak bir din tüccarısın,

Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder." sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.

- Gerektiğinde baş düşmanının hakkını hukukunu bile cansiperâne müdafaa etmeyi bırak, nefsinin ve putlarının aleyhindeki gün gibi apaçık gerçekleri bile asla kabul etmeyen ve derhal ev sahibini basmaya yeltenen bir yavuz hırsızsın,

"Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: 'Sen de filan filan şeyleri yaptın!' Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, iman zafiyetidir."

***

Bir çoğumuz bunlardan biriyiz maalesef ve yazıklar olsun ki ben de... Seni hep şöyle bir tarafa ayırdığımı ise çok iyi biliyorsun "istisnacığım" sakın endişe etme!..

“Söylenen sözleri hiç kimse üstüne almıyor artık!” dedi biri. “Altında kalmamak için!” dedi diğeri. (Gökhan Özcan) 

"Kendini kınayan nefse de yemin ederim ki elbette siz dirileceksiniz." (Kıyâme - 2)

***

'İstanbul'a ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Seviyeli yorumlar yayınlanacaktır.

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...