30 Kasım 2023 Perşembe

"İSLAMÎ KEMÂL DAVASI"

Nurculuk- asla bir tarikat veya mezhep değildir: ve iddiaya göre ruhanî terbiye yönüyle zevkini şeriat ve hakikattan almış bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir. Bu halka içinde bazı fertlerin korkunç mübalâğaları ve üstatlarına bağlılıkta had tanımaz taassupları gözden kaçacak gibi değildir. 
Necip Fazıl Kısakürek (Son Devrin Din Mazlumları, s: 256) 

Bediüzzaman’ın İstanbul muhakemesi sırasında bende kendini yakından görmek ve
İslâm yolunda çırpınan bu muhterem mücahidi göz ve kulak planında tanımak arzusu doğdu. Otel, kapısından itibaren Nur talebeleriyle doluydu. Kendimi haber verdim. Beni yukarı kata çıkardılar. O katta da hizmetine bakan talebeler… Bu gençlerin yüzlerinde ziyaretimden memnunluk duyduklarını ilan eden mânâlar… Beni, içinde, dar ve tek kişilik bir karyola bulunan bir odaya aldılar ve:
-İşte Necip Fazıl!;
Der gibi bir eda ile huzuruna çıkardılar.
Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir çehrede, içine kapanık
bir hâl… Heybet hissinden ziyade, davasına teslim olmuş çilekeş bir insan intibaını aldım.
Beni “Büyük Doğu” faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihlerde henüz başlarında olduğum
hapislerimi biliyorlardı.
Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:
“-Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az
veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!”
Kendi kıymet hükümlerine göre bu gayet cömert iltifata teşekkürle mukabele edip
huzurlarından ayrıldım ve ondan sonra kendilerini bir kere daha görmek fırsatına eremedim.
İtiraf edeyim ki, beni 20 veya 40 yıl Nur Risalesine hizmet etmiş kabul etmelerindeki
tevcih (sözle işaret etmesi) biraz garibime gitmişti. Ben Nur talebesi değildim ve olmama imkan yoktu. Benim kendisinde taktir ettiğim tek nokta küfre karşı mücadelesi ve düşman kutuplar üzerindeki iştirakimizdi. İslâmî kemâl davası ayrı mesele…
Necip Fazıl Kısakürek (Son Devrin Din Mazlumları, s: 244 – 245)

***

Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.
Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder.
Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur.
Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.
Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:
“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”

Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübalâğası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir.

27 Kasım 2023 Pazartesi

HER ŞEYİ VEYA BİLMEYİ BİLMEK

"Ömrüm ne olup bittiğini anlamak, anlamaya çalışmakla geçti... Çok iyi bildiğim, anladığım şeylerin bir kısmının serap olduğunu, hayal olduğunu, gerçeklikle temas etmediğini farkettim..."

Ara sıra çürük binalarını yıkıp duran Cündioğlu veya başka biri farketmez, Bediüzzaman dışındaki sözümona fikir adamlarının kerameti kendinden menkul denilebilecek fikirlerine iki sebepten dolayı pek itibar ve itimad edilmez:

1- Her şeyin hakikatini veya bilmeyi bilmemektedirler zira "yarım hoca" adamı dinden eder:

"En anlayamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını aslâ kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şu (kültür) diye anlatmaya çalıştığımız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabıyla, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan manevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhassa mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak gerek... Bir de bizimkini düşün!" 

Bunun üzerine hocalarının “hangi ilim tab’ına muvafık” olduğu sualine cevaben, “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum” der.

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum.
O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.” Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti.
Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” 

"Şu batıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Batıl olan, tamimdir."

2- "Yetkili" veya namzet değildirler:

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.”
Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”
Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen hakkın yoktur. Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!

Aziz kardeşlerim; Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

Bilmediğini bile bilmeyenlerin bu temel hakikatleri anlamasını beklemek ise boşunadır elbet.

25 Kasım 2023 Cumartesi

BENİ BİR SEN ANLADIN, SEN DE YANLIŞ ANLADIN

YEDİNCİ SEBEP: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder.

***

1- İman hakikatleri dışındaki diğer hayatî meseleleri pek/hiç umursamamak:

Nurcuların da kısm-ı âzâmı, en mühim olsa bile tek mühim mesele olmadığı hâlde adeta yegâneleştirdikleri iman hakikatleri ve namaz dışındaki diğer hayatî meselelerden tıpkı diğer takıntılı gruplar gibi pek anlamaz veya umursamazlar. Ezilenler, işçi hakları, emanet ve ehliyet, modern tıb, "moderen beton kentler", teknolojik sömürü, otomobil manyaklığı ve trafik terörü, görsel kirlilik ve çöp tasarım istilası, tabiatın tahribi, sûnî gıdalar ve zavallı sokak hayvanlarına dair yaklaşımlarının; en boş kafalı, bakarkör, ahlâk düşkünü ve düzen adamı tipten pek bir farkı, dolaysıyla organize bir itirazları ve çözüm önerileri de yoktur maalesef. Halbuki, "bilmeyi bilen" gerçek bir marifet ehlinin, kalbî hasseleriyle birlikte idrak kapasitesi, göz zevki, kulak hassasiyeti ve damak tadı da kemâle erme yolundadır ki, âdi, bayağı ve pespaye şeyleri asla kabullenemez. İlk düğme doğru iliklenirse, diğerleri de doğru gider şüphesiz. Hassaten "hacı-hoca takımı", gerekli gereksiz, gerçek veya uydurma nice menkıbeyı sürekli anlatıp dururlar ama, çaresizlerin borçlarını helalinden kazancıyla kapamaya çalışan bir müslüman zenginden, işçilerine asgarî ücretin iki katını gönül rızasıyla ödeyen bir cemaatçi patrondan veya namaz saatleri dışında çevredeki zavallı sokak hayvanlarının dertleriyle ilgilenen bir hocaefendiden bahsedildiğini de hiç duyamazsınız hiç! Nitekim, bir tanecik bile çıksaydı, davul çalarak ilan ederlerdi belki... Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim."
"İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/divan-i-harb-i-orfi/7

Bizim Sadık’ın (Çalışkan) çocuklarıyla beraber Nazilli’den İzmir’e giderken bir öğretmen anlatmıştı. ‘Başçavuş,’ de­di, ‘Üstad’ı karakola çağırıyor; Üstad gitmiyor, kızıyor başçavuş, ‘Ben ona göstereyim!’ diyor, gidiyor. Bir de bakıyor ki Üstad, fareyle kediye bir yalakta yemek yediriyor... Üs­tad da başında... Kapının arkasında böyle bir avlu var. ‘Allah, Allah!’ diyor ‘Ben mi deliyim!’ Ciddi ciddi bakı­yor; fare ile kedi bir kapta beraber yemek yiyorlar, Üstad da orada. Diyor: ‘Bu adamla başa çıkılmaz. Bu ada­ma ilişilmez. Kalkıp gidiyor.

Erek Dağı’nda iken, kış mevsimi yaklaşıyordu. Eski harabe kilise de kışın kalmak zor olacaktı. Belki de mümkün olmayacaktı. Üstâd bize emretti, toprak içinden mağara gibi bir yer kazmak suretiyle bir barınak yapalım dedi. Yerini de bize gösterdi. Eski harabe kilisenin karşı yamacında bir yerde… Biz kazmaya başladık, toprak altından çok karıncalar çıkıyordu, yuvaları imiş meğer. Üstâd geldi, baktı, gördü: ‘Bu karıncaları rahatsız etmeye hakkımız yok. Bir evi yapalım derken, diğer bir evi yıkmak olmaz.’ dedi ve bizi men’ etti. Başka bir yer kazmamızı emretti. Burada da yine karıncalar toprak altından çıktı. Üstâd yine gördü, bırakın dedi. Bir başka yere gidelim… Bu defa üçüncü bir yer kazmaya başladık, yine karıncalar çıkıyordu. Arkadaşım dedi: ‘Şimdi yine Seyda gelir, bizi men’eder. O buraya geleceği zaman, biz toprağı karıştıralım, geldiğinde karıncalar görünmesin ki, bu işi bitirelim. Yoksa bizi akşama kadar yer yer gezdirir.

"Üç dakika geçmedi üç dakika... Bir sinek uçtu, koluna kondu, çat diye bir vurdu sineği dümdüz etti ya!"

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb edince, aşiret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de, izhar etmemişti. Molla Said’e niçin buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben, “Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim” demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e niçin geldiğini tekrar sorar. Molla Said, “Sana söyledim ya, onun için geldim” der. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/tarihce-i-hayat/ilk-hayati/42

2. Metinleri papağan gibi tekrarlayıp durmayı bir marifet zannetmek ve şerh yapamamak:

"Bir paragraf bir sayfa okuyor, bir saat izah ediyor..."

"ahlâklı olmamız bir mucizedir; böyle olmak zorunda değildi. şu işe bakın ki, genelde, çoğunlukla ahlâkî kararlar verenlerimiz daha çok bebek sahibi oldu. ve söylemesi bile hayret verici (ve nietzsche'ye ters), ama ahlak her nasılsa türümüz, kültürlerimiz ve kendimiz için iyi bir şey gibi görünüyor - en azından şimdiye kadar öyle oldu. bu gerçeğin farkına varıp sevinmeli ve hayranlık duymalıyız."

"İnsanların kendi işledikleri sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır." (Rûm - 41)

"Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücâzâtlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak (ayrılık) elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suiistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin."

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler.
Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

"Yani, adamı yuvasından, yurdundan, çoluğundan çocuğundan, her şeyden eder yani. Bir yerde 'tak' dersin, gözün hiçbir şey görmez. O esnada kendinin öldürürsün yani."

Yani dünyevî saadet de Allah'ın emirlerine uymakla mümkündür ancak... Meselâ, işçilerin hakları alınterleri kurumadan lâyıkıyla verilmezse, işlerini gerektiği gibi sahiplenmezler ve binbir türlü huzursuzlukla beraber o iş artık verimli bir şekilde sürdürülemez hâle gelir vedahî sonunda batabilir de... 
"Türkiye'de şirketlerin yüzde 65'i ilk 5 yılda kapanıyor. Şirketlerin yüzde 25'i 5-10 yıl yaşarken, sadece yüzde 10'u 10 yıldan uzun yaşayabiliyor" 
"Şeriat"e muhalefet etmenin peşin dünyevî cezası budur. Ne var ki, milletin "hak ve adalet!" diye ortalığı inlettiği ve "din tüccarları" yüzünden bazılarının irtidata bile düştüğü şu demde (bkz: youtu.be/wTLyQtpX3cw?t=136), dindar veya nurcu geçinen patronların bir çoğu veya hemen hepsi, "on kuruşluk bir ücreti" veya "dilencilere sadakaları", sanki Allah'ın emri gibi işçilerine dayayıp durmakta ve belki haklarından kesinti yapmaya bile çalışmaktadırlar maalesef... Cins zekâ Köymen ise, şu "bildiğimiz nurcu"lardan olmadığı ve Bediüzzaman'ın "beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır." ibaresindeki öngörüsünü ezbere sayıklayıp durmadığı hâlde, işbu hakikati sezgisel olarak keşfetmiş, gönüllü olarak ve kendini mecbur hissederek çalışanlarını şirketine "bir tür kâr ortağı" yapmış, hattâ patronluk taslamayı da tamamen bırakmıştır artık:

"Canım riski de onlar alıyor neticede; e riski alan parayı da alır... Belki herkes de buna inanıyor ama bu çalışmıyor, bu işlemiyor... Evet maaş olarak kazanıyorlar ama maaş nedir ki... O şirketlere verdikleri şeyler karşılığında bence doğru pazarlıklar dönmüyor..." (1:52)

"Fazla mesai 6 saatten sonra olmalı bence..." (5:43)



(KEM KÜM, VESAİRE) "Hiçbir zaman o adama diyor muyuz, beni şöyle bir aşağıya indir bakalım, şu fabrikaya bir inmek istiyorum, bir görmek istiyorum... Bütçeyi bir çıkar bakalım, harcamalar, işçinin maaşları, kalemleri bir çıkar da bir görelim bakalım Ahmet Efendi, Mehmet Efendi..." https://youtu.be/GpxLozKekeA?t=711

"müslümanım diye geçinen ofiste ağzından besmele eksik olmayan firma sahipleri günü geldiğinde azrailden beter oluyorlar. maaşın bir kısmını elden yatırmak istiyorlar. fazla mesaiyi ödemiyorlar. işten çıkardığı personelin ihbarını yatırmıyor. çalışma bakanlığını arıyorsun seni arabulucuya yönlendiriyor. arabulucu iki taraftan da para istiyor. anlaşamayıp konuyu mahkemeye taşısan en az 1 yıl dava sürüyor. bunun enflasyonu var dosya masrafı var bilirkişisi var var oğlu var. devlette patronuna dokunmuyor. hak hukuk diyenler öyle bir hak yiyor ki beddua etmekten başka bir şey yapmıyorsun."

"bir tane eski bir bakan var, tv programlarına katılıp ülkeye dersler verir. işçi haklarını konuşur, ekonomiyi eleştirir.
kendisi eski patronumdu. 1,5 yıl sigortamı geç yapmıştı. kural olarak yeni başlayanlara mümkün olduğunca geç sigorta yapardı. daha çok genç oluşum, tecrübesizlik, acil iş ihtiyacım ve bir yerden başlamamın gerekmesi nedeniyle kabul etmek zorunda kalmıştım.
haram zıkkım olsun diyorum buradan kendisine."

"çalışma hayatım boyunca patronlardan aşağılık ve şerefsizce taleplerle çok karşılaştım. şu anda işveren olduğum için elemanlarıma gerçekten çok iyi çalışma koşulları sunuyorum. ancak bu sefer de elemanlardan çok adice davranışlarda bulunanlar oluyor. anladım ki sorun patron veya eleman olmak değil. sorun basitçe şu, bizim insanımız gerçekten kötü."

Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır
Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor. Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/lemeat/962

Yani, dindarlık satmayan birinin sırf dünyevî gayelerle sergileyebildiği yüksek öngörü ve "üstün ahlâkı"; mukallit, ezberci, lafızcı, hattâ el pençe divan sofimeşreb ve şark kurnazı tarzındaki tipler, Allah rızası için bile hemen hiç sergileyememişlerdir ve bu kafayla da mümkün değildir zaten...
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü’min' tabirine mazhar oluyorlar." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/dokuzuncu-mektup/62 Halbuki Risale-i Nur yolu, "bir günü, bir gününe eş geçen ziyandadır" hadisi, Yunus Emre'nin "her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası." dizesi ve Üstadın "her bir zamanın bir hükmü var." veya "eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl" fehvalarınca bir tecdid ekolü sayılır aslında. Öyleyse, bu yolda olduğun yerde saymak ve "dönüp dönüp binâ okumak" yoktur; zâhiren daire dışında olan Köymen gibi "zaman geçtikçe sürekli hakikatlere şerh düşmek" vardır. "Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-dokuzuncu-mektup/altinci-risale-olan-altinci-kisim/605

- Mesela, sırf Bediüzzaman kedi besledi diye birileri gitmiş cins kediler satın almış...

Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.
Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. 

... Bediüzzaman Said Nursî’nin evi tahtaydı. Bazen evindeki bir deliğin ağzına fare gelirdi. “Bak, yemek istiyor” diye ne yiyorsa, ondan bir parça da farenin deliğinin yanına kordu, fare onları yerdi. Ne yerse fareye de illa ikram ederdi.”
“... Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak, ve altından karınca çıksa, taşları geri koydurur. Hayvancıkların rahatını bozmayın derdi...”
“... Fareler için, ayrıca komşu dükkânın çatısındaki kuşlar ve kediler için, ulaşabilecekleri yerlere ekmek parçaları koyardı. Fareler de kediler de ondan rızıklanırdı.”
“Bediüzzaman Said Nursî’nin iki kedisi vardı. Yemek vakti gelince bunlara yemek verirdi, kendisi daha sonra yerdi. Ayrıca dolaplara fareler için yemekler koyardı.”

Bediüzzaman Said Nursi'nin hayvanlara, canlı varlıklara karşı şefkati, merhameti saymakla bitmez. Bu hususta çok hatıralarımız vardır.
Bir gün talebelere "Ben tesbihatımla meşgul olacağım, siz gidip gezin" demişti.Bu gezinti sırasında bir taşın üstünde, bir kertenkeleyi öldürmüştüm. Dönüşte Üstad ne yaptığımızı, nerelere gittiğimizi sordu. Ben de gezdiğimiz yerleri anlattım. Sonra da bir kertenkeleyi öldürdüğümü söyleyince, Üstad çok üzüldü. Bana:
"Evini harap etmişsin!' dedi. Ben de "Bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kazanacağını söylerler" dedim. Bu defa Üstad: "Otur da konuşalım, kim haklı, kim haksız?""O hayvan sana taarruz etti mi?" "Hayır.""O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun?""Hayır.""Sen mi yarattın?""Hayır.""Bu hayvanların niçin yaratıldıklarını, yani fıtrî vazifelerini biliyor musun?""..........'"Bu hayvanı yaratan Hâlık senin öldürmen için mi yaratmış?"Sana kim dedi öldür?Bu hayvanların yaratılışında binlerle hikmet var. Bu hikmetler saymakla bitmez. Onu öldürmekle hata etmişsin!" diye bana orada ders verdi.

Şöyle ki: Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz’î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: “Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.” https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-sekizinci-lema/419 Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-sekizinci-lema/422
- Mesela, sırf "demokratlara ilişmeyin" dedi diye, artık Menderes'le pek bir alâkası kalmayan süprüntülerini ve şimdi yalan başta olmak üzere bir çok büyük günaha ve belki küfre batmış şu rezil partiyi tek kelime etmeden sonuna kadar desteklemişler ve zulümlerine ortak olmuşlardır:

"Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/isaratul-icaz/bakara-suresi/9-10-ayetin-tefsiri/134 "Tayyip Erdoğan dün de düşük faiz diyordu, bugün de düşük faiz diyor, yarın da düşük faiz diyeceğim. Bu benim için tabi olduğum Nas'tır, Nas. Asla buradan taviz yok."

'Bakara makara'cıya yeni görev
Eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın Prag Büyükelçiliği’ne atanması kesinleşti.

"Soma’da madenciyi tekmeleyen, Erdoğan’ın eski Özel Kalem Müdür Yardımcısı Yusuf Yerkel, Frankfurt’a Ticari Ataşe olarak atandı. Yerkel'in maaşı Euro ile olacak kirası ve diğer masraflarını devlet karşılayacak."

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. 

Bu grupların aralarındaki ilişkiler her zaman pozitif olmadı. Rekabet oldu, ithamlar oldu. Said Nursi bugün yaşasaydı ne derdi sizlere, parmağını sallar mıydı yüzünüze? (Tebessüm ediyor) Türkiye'deki siyasi anafor yol açtı buna. Abdullah abilerle kopmamızda bizim CHP karşısında Adalet Partisi'ni böldürmeme düşüncesiyle hareket etmemiz etkili oldu. Önce Demokrat Parti, sonra Adalet Partisi'ni fazla iltizam ettik. Erbakan kendi siyasi çizgisiyle ortaya çıkınca, biz bunun yanlışlığını ifade ettik, yani ‘bölmeyin' dedik. Bölününce Halk Partisi iktidara gelecek düşüncesiyle biraz da ifrat ettik yani. https://haber3.com/guncel/nur-cemaati-politikaya-neden-girdi-haberi-119544

Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir.

* DEMOKRASİ bir din değildir… Evrensel bir değer değildir… Demokrasiyi din haline getirmek, kutsallaştırmak, putlaştırmak, evrenselleştirmek doğru değildir… Demokrasi ağacı her iklimde, her toprakta, her ülkede yetişmez. Her çiftçi demokrasi yetiştiremez. https://milligazete.com.tr/makale/844093/mehmed-sevket-eygi/demokrasi-bir-din-degildir

3- Bediüzzaman'ın istisnâsız her dediğini tartışmasız mutlak doğru zannetmek:

"Muhterem mürşidim; Kimin haddi var ki, risalelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkit etsin veyahut bir kelimesine, hattâ bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun? Bilâ istisna, her fert istihsan ederken, böyle birşey yapmak için, bu cüreti kimden alayım?"

"Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübalâğası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir."

Bilmedikleri:

Saniyen: Mektubunda diyorsun: رَبُّ الْعَالَمِينَ tabir ve tefsirinde “on sekiz bin âlem” demişler. O adedin hikmetini soruyorsun. Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum.

Yanılgıları:

Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mânâ verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki, geniş siyaset dairesinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikatten bana ihtar edilmiş; bir hiss-i kablelvuku ile musırrane ve tekrarla ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı meselenin sûretini değiştiriyordum.

İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirtlerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.

Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir hâlet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatîat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.

Tahminleri:

Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.

Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar olmasınlar mı? Muhtemel...

Teşhis edemedikleri:

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar.

Sonradan lûtf-u İlâhî ile anladıkları:

Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar.
Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu.
Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu.
Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’âline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor.
Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhalefeti dahi iki cihetledir.
Biri, Zemahşerî gibi, haline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.
Diğer kısmı ise —hâşâ— âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.

Zihninin karıştırdıkları:

Aziz kardeşlerim; Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

Diğer Âlimlerde tespit ettikleri:

Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.”1
Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.
Evet, şefkat bütün envâıyla lâtîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor.

4- Hattâ, Bediüzzaman kadar ilmi, irfanı ve ahlâkı olmayan "Abi" denilen zâtlara bile bir tür kudsiyet atfetmek ve gereksiz "vâris" tartışmaları yapmak:

Zübeyir Ağabeyin gazete çıkarmayı teşvik ettiği, hatta “lahana yaprağı kadar da olsa bir gazetemiz olmalı” diyerek bizzat öncülük ettiğini biliyoruz.
Risale-i Nur’un mesajının milyonlara ulaştırılması için her vesileyi yetersiz gören Zübeyir Ağabey, Galata Köprüsü’nde bizzat İttihad Gazetesi’ni satmış, gençlere cesaret örneği olmuştur. Ankara’da Bayram Ağabey çıkışıyor: “Niye böyle yapıyorsun? Sen gazeteci mi oldun?” Zübeyir Ağabey: 
“Haklısın ağabey! Ama Üstadı ve Risale-i Nur’u ne ile tanıtacağız?” diyor.

ATEİSTLERİN SÜREKLİ DELİL KARARTMAYA ÇALIŞMASI

Bektaşiye, "neden namaz kılmıyorsun?" diye sorulunca "ayette 'namaza yaklaşmayın' diye buyuruluyor" demiş. "Ama sarhoşken namaza yaklaşmayın diye devam ediyor ayet halbuki" denilince; "e o kadarına hafız değilim" deyivermiş...
İşte ateistlere de bir tür "bektaşi meşreb" denilebilir; ilim erbâbınca defalarca kez cevaplandığı halde, hiç şaşmaz bir otomatik refleksle hâlâ esasa taalluk etmeyen teferruat kabilinden bazı müşkil meseleleri sürekli önümüze getirerek meselenin özünü karambole getireceklerini ve delil karartması yapabileceklerini zannediyorlar ama bunlara aklı başında dikkatli kimseler aldanır mı hiç...
Kuantum fiziğini iyi anlayamadığınızdan veya henüz atom altı parçacıkların da altına inemediğiniz için "fiziğin temelleri"ni, hâlâ çözülememiş matematik problemlerinden dolayı iki kere ikinin dört olduğunu inkâr edebilir misiniz hiç!
Bkz: https://matematiksel.org/matematikte-henuz-cozulememis-11-problem/

Öyleyse, kuşkularına samimiyetle cevap arayanlar veya çok ucuza gitmek istemeyenler, dikkatle okumadan geçmesinler sakın:

- "Tanrı varsa bile ispatlanamaz."

Öyle sessiz sedasız durduğuna bakmayın; Mona Lisa "ustam Leanordo'dur!" diye asırlardır lisan-ı hâliyle avazı çıktığı kadar haykırıp durmaktadır aslında... Mimar Sinan'ın mezarından kalkıp Süleymaniye'nin minarelerinden birine çıkarak, "ey ahali, bu cami benim eserimdir ha ona göre!" diye davul çalmasını da beklemeyin sakın; kendisini tanımayan turistler bile, "bu cami olsa olsa büyük bir dehânın eseri olabilir ancak!" diyecek ve mesela "vasıfsız amelelerden birinin marifeti de olabilir belki" diye düşünen hiç kimse çıkmayacaktır...
Hattâ, muhteşem Süleymaniye'yi bırakın, bir ustası olmadan beş on tane taş ve tuğlanın kendi kendilerine bir araya gelip düzgün bir duvarcık inşa etmeleri bile nasıl mümkün değilse; boya kutularının fırtınalı bir havada tesadüfen tuvalin üstüne dökülüp anlamlı bir ifadeyle bakan şahane bir portre haline gelmesi şöyle dursun, basit bir çöpadam çizmesi bile nasıl imkânsız ise, belki içinde koskoca bir âlemi saklayan bir tek atomcuğun bile Allah'sız var olabilmesi ihtimal dışıdır.
...Evet, ben bilirim ki insan dinsiz olmaz. Fakat Türk’ün dini tabiattır. Bunu size münevversiniz diye söylüyorum." 
(Atatürk)
Dinsizlerin
 "tabiat ana" dedikleri, şuursuz, kudretsiz, iradesiz, vicdansız, kör ve sağır atom yığınlarından başka bir şey olmayan şu muhayyel tanrının ise, bütün kâinatı ve aslında kendi kendini kapkaranlık bir hiçlikten var edebilme ihtimali ve böyle bir iddiası da yoktur zaten:
"Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?" (Vâkıa - 59)
Bu minvalde ateizm, sonsuz imkânsızlıklar içindeki sayısız olanaksızlıkların mümkün olabileceğini vehmettiren akıl almaz bir akıl tutulması veya düpedüz delil karartma operasyonundan başka bir şey değildir aslında:
"Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Sâniin mânen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdânındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır."
"Bakmıyorlar mı o develere, nasıl yaratılmış?" (Gâşiye - 17)
Hayvanlar âlemine dikkatle bir bakalım; akılsız, fikirsiz, kendinden bile habersiz oldukları halde, yaşayacakları ortamlara en uygun anatomilere nasıl sahip olmuşlardır:
"Diğer canlılar su içemedikleri zaman böbreklerinde biriken üre kana karışarak ölüme sebep olur. Devenin karaciğeri ise vücudunda oluşan üreyi defalarca işleyerek suyu ve besini tasarruflu kullanır. Develerin böbrekleri de suyu tekrar kazanmaya elverişli yaratılmıştır. Develerin bir başka mucizevî özelliği de böbrekleri sayesinde, tatlı su bulamazlarsa deniz suyu gibi tuzlu suları içebilmeleridir."
https://nebevihayatdergisi.com/devedeki-yaratilis-mucizesi/2023/
Akıl almaz avlanma ve tuzak kurma becerilerini nasıl edinmişlerdir:
"Nadir görülen iran örümcek kuyruklu engereği (pseudocerastes urarachnoides) civardaki kuşları kendine çekmek için sahte bir “örümcek” kullanıyor. Kuyruğunun ucundaki bu etli parça, aslında bacak görünümlü pulları olan etli bir zoka."
https://youtube.com/watch?v=gIwFRPXmt2Y
Gayet kullanışlı barınak inşa etme tekniklerini nereden öğrenmişlerdir:
"Su örümcekleri belirli aralıklarla su yüzünden hava kabarcıkları toplarlar ve topladıkları bu kabarcıkları su altındaki ağlarına taşıyarak hepsini birleştirirler. Sonunda büyük bir hava kabarcığı oluştururlar. Ağın en önemli yönü bu hava kabarcığını tutmasıdır. Bu hava boşluğu onların içine girebilecekleri büyüklüğe ulaşır ve suyun altında konforlu bir odacık halini alır."
https://takvim.com.tr/SoruCevap/2010/02/01/orumcekler_suyun_icerisinde_ag_orebilirler_mi
Yavrularının ihtiyaç duyduğu o en besleyici ve şifalı gıdayı, tam zamanında bünyelerinde üretmeyi nasıl başarabilmişlerdir:
"Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz." (Nahl - 66)
Bir tür aziz gibi göklere çıkardıkları bilim adamları, hâlâ çevreyle en uyumlu kamuflaj desenlerini geliştirmekle uğraşıp dururlarken; horlanıp geçilen böcekler bile düşmanlarının gözünden kaçıracak en etkili motiflerle nasıl boyanabilmişlerdir? Hattâ, şu hayvancığın 
kanatlarına düşmanlarını korkutup kaçıran yılan silüetlerini kim çizmiş olabilir:
"Güney Çin Dili'nde 'yılan başlı güve'. Kanatlarındaki desenden dolayı bir ağaçta birbirine sarılmış iki yılan gibi görünürler. Bu güzel bir pozdan fazlasıdır, saldırmaya hazır yılan gibi görünen kanatları sayesinde kuşlardan kaçabilir."
Kedilere dışkılarını örtmeyi, su samurlarına baraj yapmayı, arılara muntazam altıgen petekler örmeyi Darwin mi öğretmiştir yahu?
"Senin Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin." (Nahl - 68)
Madem her bir mahlûk, öküzün trene baktığı gibi bakmayanlara Yaradanını sessiz sedasız tanıtmaya aralıksız devam etmektedir ve madem sebepsiz ve gayesiz hiçbir şeyin var olamayacağını aklını peynir ekmekle yememiş herkes adı gibi bilir, öyleyse Peygamber tebliğini duyamamış "fetret ehli"nin bile en azından bir Yaratıcıyı tasdiklemeleri kurtulmaları için şarttır. İşte, Yaradanın nasıl bir şey olduğunu ve kullarından taleplerini öğretmek için gönderilen elçiler ise Peygamberlerdir...
Diyelim, eskiden beri yalancılıkları ile nam salmış birbirine yabancı iki kişi telaşla yanınıza gelerek "koş çabuk evin yanıyor!" deseler, "atmayın be oğlum, şurada din kardeşi değil miyiz!.." diye gevşek gevşek sırıtarak keyifle içkinizi yudumlamaya devam mı ederdiniz, yoksa bir ân bile tereddüt etmeden hemen evinize doğru topuklar mıydınız? Hattâ, bu haberciler akıl hastası olsalar bile, "delidir, ne dese yeridir" diye söylenerek dalganıza bakmaya devam mı ederdiniz? Birbirlerini tanımayan ve aralarında menfaat ilişkisi olmayan iki farklı kişinin bile aynı konu hakkında benzer yalanları söyleme ihtimali sıfırdır sıfır. Hattâ, binlercesi "yanan bir ev görmedik" dese bile iki kişinin şahitliği karşısında hükümsüzdür. Zîra, kimisi o sırada olay mahallinde değildir, kimisinin gözleri iyi görmüyordur; kimisi umursamazdır, bir çoğu da hain olabilir, vesaire. Yani, her birinin hadiseyi inkâr sebebi kişisel olduğundan aynı noktaya parmak basan iki şahit gibi birbirlerine destek olamazlar...
"Akıl hastası dahi, bu sıfatı dikkate alınarak, tanık olarak dinlenebilir. bu durumdaki tanık beyanının delil değeri tanığın sübjektif durumu dikkate alınarak takdir edilir." 
"Arkadaşınız asla deli değildir." (Tekvîr - 22) elbette ama, yerine göre akıl hastalarının beyanları bile dikkate alınabiliyorken, farklı zaman ve coğrafyalarda yaşadıkları halde hepsi özünde "Allah birdir ve ölümden sonra hesap günü vardır" hakikatini tebliğ eden yaklaşık yüzyirmibeşbin kadar; gayet ciddî, çok akıllı ve üstün ahlâklı mümtaz şahsiyet, nasıl ağız birliği ederek -haşa- aynı yalanı söyleyebilirler?
Şakayla bile yalan söylediği hiç duyulmayan ve hiçbir laubali tavrına şahit olunmayan, üstelik düşmanlarının bile "el emin" diye anarak dürüstlüğünü itiraf etmekten kendilerini alamadığı bir Peygamber, (s.a.s) -haşa- böylesi büyük bir palavraya nasıl tenezzül edebilir?
"Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette seni incitiyor. Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın âyetlerini inadına inkâr ediyorlar." (En’âm - 33) 
Ruh, akıl, irade, hayal ve gönül gibi çok mühim ve hassas kabiliyetlerle donattığı ve sayısız nimetler ihsan ettiği insanoğluna, temsilcilik vasfına sahip seçkin kulları aracılığı ile kendini tanıtmaması, isteklerini bildirmemesi ve deistlerin zannettiği gibi sonunda her şeyi büsbütün anlamsızlığa veya hiçliğe mahkûm etmesi hiç mümkün müdür; şu üç günlük dünya hayatında, ölene dek hayvan gibi yesinler, içsinler ve mütemadiyen birbirlerini yesinler diye yaratıp kendi hâllerine bırakmış olsaydı, bütün bu muazzam yatırımı çöpe atmış sayılırdı ki, gerçek yaratıcının hikmetsiz abes işlerle uğraşması düşünülemez:
"Ondan korkmuyorum ama şeklinden çekinebilirim ancak. Ölüm farklı bir dünyaya, yeni bir güzelliğe geçiş. Bu kadar mükemmel bir organizma toprağa girip yok olamaz. Bu kadar esprisiz olamaz hayat..."
"Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. 'Ve Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateşin azabından koru.' derler." (Âl-i İmrân - 191)
Akla kapı aralamak ile inanmaya mecbur bırakacak kadar hepten iradeyi elden almamak arasında ince bir denge üzerinde insanoğlu imana davet edilmekte ve imtihana tâbî tutulmaktadır. Nitekim, lafın tamamı sadece ahmaklara söylenir; aklı gözüne inmemiş ve kalbi mühürlenmemiş kimselere ipuçlarını göstermek de pekâlâ yeter. Eğer varlığını ispatlamak için zâtını gösterse veya göklere yıldızlarla kalıcı bir şekilde "kelime-i tevhid mahyası" yazacak olsaydı, imtihanın mânâsı kalmaz ve kendini küfür yoluna adamış inatçılar dışındaki herkes ister istemez inanmaya mecbur kalmaz mıydı zaten:
"Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?" (Yûnus - 99)
Öyleyse, biraz olsun kafayı çalıştırıp tefekkür etmeyi, insafla ve iyi niyetle yaklaşmayı işbu ebedî ölüm kalım davası için çok görmemek gerek:
“...Şimdi kartlarımı, yani kendi görüşlerimi ve bunları destekleyecek nedenlerimi masaya dizme sıram geldi. Artık evrenin sonsuz bir zeka tarafından var edildiğine inanıyorum. Bu evrenin karmaşık kanunlarının bilim adamlarının tanrı’nın zihni dedikleri şeyi ortaya koyduğuna inanıyorum. Hayatın ve çoğalmanın ilahi bir kaynaktan başladığına inanıyorum.
Yarım yüzyıldan fazla bir süre boyunca ateizmi açıklayıp savunduktan sonra neden buna inanıyorum? Bunu kısaca şöyle cevap verebilirim: Modern bilimin ortaya çıkardığı dünya resmi, benim gördüğüm şekliyle böyle. Bilim doğanın tanrı’ya işaret eden üç boyutuna ışık tutuyor. Bunlardan ilki doğanın kanunlara uyduğu gerçeği. İkincisi, hayat boyutu; maddeden kaynaklanan ve zekice organize edilip amaca yönelik hareket eden varlık boyutu. Üçüncüsü ise doğanın varlığı. Ancak bana rehberlik eden sadece bilim olmadı. Klasik felsefi iddiaların yeniden incelenmesi de bana yardımcı oldu.“

(
Antony Flew - Yanılmışım Tanrı Varmış)

"Eğer Allah’ın varlığı ispatlanabilse, o Allah olamazdı. Bir put olurdu." 

Varlığını ispatlamak, gökteki yerini göstermek veya Zâtının mahiyetini tarif etmek değildir halbuki. Eserlerinden müessiri göstermektir.
Mantık da, Allah'ın yaradılış kanunlarından, kevnî yasalarından veya Şeriat-ı fıtriyesinden biridir; öyleyse varlığını ve birliğini tasdiklememesi mümkün değildir:
"Şeriat-ı İlâhiye ikidir:
Biri: Sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef’âl-i ihtiyariyesini tanzim eder.
İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve “evâmir-i tekviniye” tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta câri olan kavânin-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir.
Yani insanoğlunun aklını mantık yasalarıyla kodlayan Allah'dır zaten. Bir şey hem ak, hem kara olmaz, iki kere iki hiçbir koşulda beş etmez, sebepsiz sonuç, sanatkârsız sanat olmaz, ilâ-âhir...Aristo gibi mantıkçıların yaptığı da, işbu kanunları keşfedip sistematize etmekten ibarettir ki, bazı yanlış tespitleri de olabilir pekâlâ. Hattâ mucizeler de, varlığını ispat sadedinde bir müddetliğine yasalarını yürürlükten kaldırmasından başka bir şey değildir aslında.
Dolasıyla, Allah'ın mahlûku ve kanunu olan mantığın, Allah'ın varlığı ve birliğini ispatlayamayacağı iddiası tam bir safsata ve belki küfürdür.
"Allah’ın yasalarında asla bir sapma da bulamazsın." (Fâtır - 43)

- "Madem var neden görünmüyor?"

"Neden dokunamıyor, koklayamıyor ve beraber şöyle bir tur atıp gelemiyoruz peki?" diye de sorun bari de tam olsun... Fiziksel olmayan bir varlık beş duyuyla nasıl algılanabilir? Maddeyi yaratan, nasıl gözle görülebilen bir maddî bir varlık olabilir Allah aşkına; zaten yoktan var ettiği uzay-zaman içine nasıl girebilir? 
Üstelik, görünmemesi de varlığını ispatlamaktadır, zîra görünebilen bir tanrı olsa olsa bir put olurdu. Yaradanı, bizzat yarattığı göklerin üstüne kurulmuş "aksakallı bir irikıyım" gibi tasavvur ederek veya tersten dünyevî bir bakış açısı ile bir tür mahlûk zannederek inkâra yeltenmek, ateist yanılgılar silsilesinin ilk vartasıdır diyebiliriz:
1- De ki: o Allah birdir. 
2- Allah samed (her şey o’na muhtaç, o kimseye muhtaç değil)’dir. 
3- O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 
4- Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. 
(İhlâs)
"Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür."
Hoş, görünecek olsa bile "küfr-i inadî" mağrurları için ne değişirdi ki zaten:
"Bir Allah'a ihtiyacım yok, görsem de inanmam!" 

- "Her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi bir tanrıyı aklım havsalam hiç almıyor doğrusu"

"...Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır." (Yûsuf - 76)
“İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.” (Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 3/75)
Bilinçler derece derecedir ve meselâ bir balık hafızasıyla yunus zekâsı bile bir değildir. Nasıl ki bir kedi, gayet kısıtlı bilinç veya güdüleriyle kendisine yiyecek veren kişinin merhametli biri olduğunu algılayabilir ama o kimsenin ismini, yaşını, başını ve nereli olduğu gibi kişisel özelliklerini bilemez; insanoğlunun sınırlı bilinci de Allah'ın isim ve sıfatlarını bir ölçüde bilebilir ama aşkın varoluşunu ve "Zât-ı Akdes"ini kavrayıp ihâta edemez:
“Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın zatı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Mecmau’z-Zevaid)
"Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvan ile fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez."
Yani bir ateist, insanoğlunun Allah'dan yansıma yoluyla elde ettiği gayet nâkıs varoluş ve biliş seviyesini kemâl noktada veya mutlak zannederek yersiz çıkarımlarda bulunmakta ve küçücük aklının ermediği Vâcibü’l-Vücud'u inkâra yeltenmektedir. Hattâ bazıları, idrak ve iz'an basamaklarından geri düşe düşe hayvandan da beter bir hâle bile gelebilmektedirler maalesef:
"Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır." (A’râf - 179)
"Âlim câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil ise âlimi tanımaz, çünkü daha önce o âlim değildi." (Hz. Ali)
"Zındık maddiyyun gâvurlar, bir Vâcibü’l-Vücudu kabul etmediklerinden, zerrât adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye, mezheplerine göre muztar kalıyorlar. İşte, şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa, nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır."
Her düşük varoluş derecesi, bir üst varoluş seviyesine delalet eder halbuki; çürük elma taze elmaya, kırık bardak sağlam bardağa, bozuk cihaz çalışan cihaza, kötürümler sağlıklı kimselere, çirkinler güzellere ve meselâ kalp gözleri körelmiş yarım akıllı ateistler de basiretleri açık aklı başında müslümanlara işaret ettiği gibi; bütün eksikler tamı, nâkıslar mütekâmili, çokluklar teki, fânîler sonsuzu ve derece derece bütün acziyetler de yegâne mutlak kudreti aratır ve ispat eder. Varoluşta teklik ve tamlık asıldır, çokluk ve noksaniyetler ise arızî bir durum olarak yaradılanlara/mâsivâya mahsustur. 
"Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun."
Eğer, bu "ters bakış açısı" hatasını farkedebilirseniz, mutlak mânâda tek var olanın sadece Allah olduğunu anlamakta da pek zorlanmazsınız:
"İşte, 'En yüce sıfatlar Allah’ındır.' (Nahl - 60) şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli, Vâcibü’l-Vücuddur. Yani, Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevâli muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir.
Sair tabakat-ı vücut, Onun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir."
Bu minvalde, Süleymaniye'yi gördükten sonra, "böyle bir yapıyı tasarlayabilecek yetenekte bir mimar düşünemiyorum doğrusu!" demek ne kadar saçma ise, "böylesine muhteşem bir kâinatı yaratabilecek kudrette bir hâlık olamaz; hepsi tesadüf, hepsi tabiat ananın!.." demek ondan bin beter bir zırvadır ve eserlerinden müessiri anlamak da insan olarak bize yeter.

- "Günümüzde bilim her şeyi açıklıyor ama; 'deprem tanrısı' öldü!"

Bilim de bilim diye hep sayıklayıp durdukları şey, öteden beri tıpkı kapana kısılmış fare gibi her bir maddî sebebin öncesindeki yine aynı fiziksel sebeblerin etrafında dönüp duruyor ama "sebeblerin sebebi"ne, kök nedene veya büyük patlama öncesine dair bir şey söyleyebildiğine henüz hiç şahit olmadık... Önce, "kapkaranlık bir hiçlikten varoluş niçin ve nasıl başladı?" sorusuna doğru düzgün cevap vermekle başlamak gerekmiyor mu halbuki...
Her bir şuursuz, kudretsiz, iradesiz, vicdansız, kör ve sağır atom veya sebepler silsilesi bir diğerini tetikler; yani her bir vagon arkasındakini çekerken lokomotifi hangi vagon çeker veya her bir domino taşı yanındakini devire devire yıkıp giderken ilk taşı iten kimdir? Dahası, bütün bu taşları muntazam bir bütün oluşturacak şekilde ardarda dizen kudret ve irade nerededir?
"Siz cansız iken size can veren Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na döndürüleceksiniz." (Bakara - 28) 

- "Kuran'da bilimsel gerçeklerle çelişen âyetler var."

Öncelikle Kuran, dümdüz okunup geçilecek harc-ı âlem metinlere hiç benzemez. H
içbir müfessir de, sonsuz mânâları içkin kelâmını bütün yönleriyle izah edemez:
"Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsaydı, deniz de -ardından ona yedisi daha eklenmek üzere- mürekkep olsaydı yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi; Allah azîzdir, hakîmdir." (Lokman - 27)
"Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri birer mânâya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor."
Meâller de Kuran'ın ta kendisi değildir; mütercimler çeviri hatası yapabilir veya eksik mânâ da verebilirler. Mesela, "düşünüp ibret alırsınız diye her şeyden çiftler yarattık." (Zariyat - 49) ayetindeki her şeyi, yanlış çevirerek veya "her canlı" olarak anlayarak, "her hayvanın çifti yok ama n'aaber!.." diye itiraza kalkışmak, kendi zanlarını Kuran'a yamamaya çalışmaktan başka bir şey sayılmaz. Eğer yüzeysel bir şekilde okunup geçilmezse, mezkur âyette tıpkı "yin yang" felsefesinde de izlerini gördüğümüz gibi, bütün yaradılışı karşıtlıklar üzerine bina etttiğini anlamak zor olmaz. Nitekim, müfessirler de her şeyden çift yaratmayı izah ederlerken; canlı ve cansız, erkek ve dişi, insan ve cin, melek ve şeytan, ruh ve beden, yer ve gök, gece ve gündüz, iman ve küfür, hak ve bâtıl, ilim ve cehalet, hayır ve şer gibi karşıtlıkların üzerinde durmuşlardır. Ayrıca, elektrikteki artı ve eksi yük, atomlardaki pozitif ve negatif elektronlar ve cisimler arasındaki itme ve çekme kuvveti, hattâ madde ve antimadde mezkur âyetin mûcizevî olarak işaret ettikleri arasındadır denilebilir. Kaldı ki, tek hücreli canlıların bile ökaryot ve prokaryot olmak üzere iki tür olduğu biliniyorken, bunu güya çelişki argümanı olarak dayamaya kalkmaları yine kendi cehaletlerinin eseridir.
Öte yandan, "Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur." (Furkân - 53) diyormuş ama bilimsel verilere göre sular karışıyormuş meğer... Sürekli sığ sularda çırpınıp duran bu akılsız afacanların anladığı gibi mi mevzu halbuki; denizler sularından ibaret olmadığından, bütün hususiyetleri ile birbirlerine karışmadıkları ve dolaysıyla homojen olmadıkları kastedilmiş olamaz mı; yoksa "denizlerin 'h2o'ları birbirlerine karışmaz" diyen mi var? Hattâ bir yerde, "dünya üzerindeki nehirler, okyanuslar veya denizler, içlerindeki mineral ve içerik farklılıkları nedeniyle farklı renklerde görünüyor." diyerek kendileri de bir güzel izah etmiş sağolsunlar. Yani, farklı içerikler bütünüyle birbirlerine karışıp homojonize olmazlar denilebilir pekâlâ... Hattâ nasıl karışmadıklarını gözünüzle de görmek isterseniz, "denizin dibindeki göl"e dikkatle bakmadan da geçmeyiniz sakın: https://youtube.com/watch?v=ZwuVpNYrKPY
Bununla birlikte mecazlardan haberiniz yok mu hiç;
"Nasıl ki Kur’ân’ın müteşabihâtı var; gayet derin meseleleri temsilâtla ve teşbihatla avâma ders veriyor. Öyle de, hadisin müteşabihâtı var; gayet derin hakikatleri me’nûs teşbihatla ifade eder."
Meselâ, "Dünya, öküz ve balığın üzerindedir" hadisinde, yerküreye nezaret eden Sevr (öküz) ve Hût (balık) adlarında iki büyük melek ile dünyanın geçimini ayakta tutan tarım/hayvancılık ve balıkçılığın kastedildiğini anlayamayan kalın kafalıların, denizlerden kasdın sadece okyanuslar olmadığını idrak etmelerini bekleyemeyiz elbet; birbirine karıştırılmaması gereken iki "derin" mesele, zâhir ve bâtın veya madde ve mânâ gibi iki farklı boyut veya Allah'ın daha iyi bildiği daha başka iki şey...
"Demek oluyor ki, âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden fark etmek lâzım gelir. Birbirine mezc edilse, hükümleri yanlış görünür."
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/on-sekizinci-mektup/120
Meselâ, yine benzer bir yanlış anlamadan dolayı, Hz. Muaviye'nin şarap içtiğini iddia eden şapşallar da çıkmıştır:
"Hz. Muaviye, Büreyde ve oğluna önce yemek yedirmiş, sonra da şarap/meşrubat (içecek) ikram etmiştir. Eğer ikram edilen şey hamr olsaydı, metinde “ütiynâ bi’ş-şarâbi = bize şarap/meşrubat getirildi” değil, “ütiynâ bi’l-hamri = bize hamr (sarhoş eden şarap) getirildi” denirdi. Kur’an’da da sarhoş eden şarap “hamr” olarak anılır ve hadislerde de bu böyledir. Zamanla Türkçe’de anlam kayması olmuş ve hamra “şarap” denmeye başlanmıştır. Osmanlılar zamanında da şarabın adı “süçi”dir."
Hattâ, şöyle bir trajikomedi bile:
Şöyle diyordu Varlık dergisinin Ağustos 1970 tarih ve 827. sayısında yayınlanan "Değer Ölçülerimizdeki Zavallılık" başlıklı yazısında büyük fikir adamı ve profesör: "Ebu‘s-suûd Efendi, bugün hâlâ Türklerin haklı olarak iftihar edebilecekleri en mühim şahsiyetlerden ve Türklere ve Müslümanlara büyük hizmetleri dokunan bir âlim olarak baş tacı edilir. Oysaki 16. yüzyılın bu büyük ve en ünlü bilgini diye gösterilmek istenen kişi, insanlık sevgisi duygusundan yoksun ve kadının pire ile cima (cinsî ilişki) edip edemeyeceği sorunlarıyla meşgul olabilecek kadar, insan zekâsızı küçülten bir kimsedir... Hiç şüphesiz, kendisine cimâ‘a kadir olmayan pire" konusunda soru sorabilecek kadar cahil ve ilkel bir toplumdan, Ebû‘s-suûd Efendiden daha iyisinin kolay kolay yetişmeyeceğini unutmak gerekir..."
Dolaysıyla, değil birkaç tanecik yalan yanlış argümanı, çelişki zannettikleri yüzlerce bilimsel veriyi sıralasalar bile imanın temel esasları karşısında hepsi boşa çıkacaktır. Siz önce bize şu muazzam kâinatın yoktan nasıl var olabildiğini izah edebiliyor musunuz, bütün fiziksel sebeplerin ardındaki kök nedeni gösterebiliyor musunuz, okuma yazma bile bilmeyen ümmî bir Peygamber'in Kuran-ı Kerim gibi her açıdan muazzam bir kitabı nasıl yazabildiğini izah edebiliyor musunuz, İslâmiyet'in temel esaslarını çürütebiliyor musunuz?
İşte bunlardan sıra gelirse, bilimsel evhamlarınıza da tekrar bir bakarız belki.

"Hattâ Peygamber, deve sidiğini içmeyi bile tavsiye etmiş."

Meşhur Cibrîl hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrâil’in “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusu üzerine “Sorulan, sorandan daha iyi bilmemektedir.” diye cevap vermiştir. (Müslim, İmân, 93)
Tebük seferi sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) devesi Kasvâ kayboldu. Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.
Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı (asm) rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt,
"Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez." diye söylendi.
Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine (asm) ulaştırılınca,
"Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!" buyurdu ve ilâve etti:
"Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz."
Sahabîler, Hz. Resûlullah'ın (asm) tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler. (Sîre, 4:167; İbn-i Kesîr, Sîre, 4:16-17.)
Hz. Ömer anlatıyor:
"Hz. Peygamber, Ebû Bekir'e ve bana, 'Bu esirler hakkında düşünceniz nedir?' diye sordu. Ebû Bekir, 'Bunlar amca ve akraba çocuklarıdır, onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Böylece fidye kâfirlere karşı bize güç olur, belki Allah'ın hidayetiyle ileride Müslüman da olurlar' dedi... Ben de, 'Doğrusu ben Ebû Bekir gibi düşünmüyorum. Bana göre, kellelerini uçurmamız için bize izin vermelisin; Ali, Akil'in, ben de filan yakınımın kafasını keselim, çünkü bunlar kâfirlerin öncüleri ve ileri gelenleridir' dedim. Resûlullah, benim değil de Ebû Bekir'in görüşünü tercih etti..." (Müslim, Cihâd, 58)
"Bedir kuyularının ortada ve istediği zaman düşman tarafından kontrol altına alınagebilecek şekilde sahipsiz bırakıldığını gören Medineli Hubab b. Münzir, saygılı bir tavırla, Hz. Muhammed’e sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Bu Rabbinin emri mi yoksa senin tedbirin mi?” Emir, eğer ALLAH’tan ise, Hubab “benim anlamadığım bir hikmeti vardır” deyip, susacaktır. Bu, İslami düşünce biçimine mükemmel bir örnektir. Hz. Muhammed: “Benim tedbirim!” der. Ve onun üzerine Hubab b. Münzir yapılanın yanlış olduğunu, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ayrıntılı biçimde izah eder. Hz. Muhammed de hiçbir kompleks duymadan, onun söylediği değişikliği yapar." 
Talha b. Ubeydullah anlatıyor:
“Resulullah ile birlikte hurmalıklarının başında bulunan bir topluluğa uğradım. Allah’ın Resulü (asm), (orada bulunanlara bahçelerinde çalışanlarla ilgili olarak) 'Bunlar böyle ne yapıyorlar?' dedi. Onlar da çiçeğin erkeğini dişininkine aktarmak suretiyle aşılama yaptıklarını söylediler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz, 'Bunun bir fayda sağlayacağını zannetmiyorum.' buyurdular. (Aşılamayla uğraşan kişiler) Resûlüllah’ın bu haberini alınca yapmakta oldukları işi terkettiler. Sonra (onların aşılamayı) terkettikleri haberi Resûlüllah’a ulaştırılınca şöyle buyurdu: 'Bu, onlara bir fayda temin ediyorsa, bunu yapsınlar. Ben sadece bir zannımı (kanaatimi) ifade ettim, beni zannımdan dolayı muaheze etmeyin. Ancak size Allah adına konuştuğumda onu alınız/tutunuz, zira ben O’na asla yalan isnat etmem.'” (Müslim, Fedail,139; İbn Hanbel, 1/162; İbn Mace, Ruhûn, 15)
İlaçlar genelde tatsız olur, hattâ "iğrenç" denilebilecek maddelerin de bazı hastalıklar için şifa kaynağı olabileceğini modern tıp da reddetmiyor gerçi ama, madem hadisi doğru kabul ediyorsunuz, öyleyse tavsiye edilen metodu uygulayan hastaların iyileştiği de nakledildiğine göre o hastalık için sidiğin faydası da kanıtlanmış oluyor zaten. Bu bir. 
"ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), insan dışkısından üretilen hapın kullanımına onay verdi.
FDA'den çarşamba günü yapılan açıklamada, Seres Therapeutics adlı şirketin ürettiği ilacın 18 yaş ve üstü hastalarda kullanımına onay verildiği duyuruldu.
Vowst adlı ilaç, clostridium difficile enfeksiyonunun (CDI) tedavisinde kullanılıyor."
İkincisi; yüzde yüz zararlı olsa bile yine bir şey farketmezdi, çünkü vahiy yoluyla kesin bilgiye sahip olmadığı bu tip fer'i meselelerde, öteden beri kavminden görüp öğrendiği geleneksel bir tedavi yöntemini kişisel olarak tavsiye etmiş olabilir pekâlâ. Birkaç damla kullanmak mutad olduğu için bir oran da belirtmemiştir muhtemelen ki, ilaçları su gibi içen mi var zaten... Yani, deve sidiğini günde beş vakit kana kana içilmesi gereken bir farz veya meşrubatmış gibi lanse edip makaraya sarmaya çalışmak, kendi kendini maskara durumuna düşürmekten başka bir şey değildir.
"Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."

- "Miras paylaşımı âyetlerinde paylar paydadan büyük çıkmaktadır, matematikten bile anlamayan bir tanrı mı olurmuş?"

Birkaç cümlede meselenin özünü izah etmek mümkünken, bazı müslümanların uzun uzun karmaşık izahlar yapmaya çalıştığı gülünç istifhamlardan biri de budur... 
Adalet herkese hak ettiği kadarını vermek ise, eşine mehir vermek ve ailesine bakmakla mükellef bir erkekle, yaradılışı gereği yakınları tarafından geçiminin sağlanması gereken bir kadına aynı payı verirsen erkeğe zulmetmiş olursun. Nimet külfet dengesi. 
İşte bu adaletin icabı olarak paylar eşit bir şekilde dağıtılmadığında, sayısız hak sahipleri kombinasyonlarının hepsinde pay ve paydanın eşitlenmesi matematiksel olarak imkânsızdır. Nitekim, modern hukuk bile güya akıllılık yaparak önce eşin miras payını ayırdıktan sonra; anne, baba, çocuklar ve kardeşlere eşit pay vermekten başka bir çıkar yol bulamamıştır zaten. Yani, rolleri ve yükümlülükleri farklı hak sahipleri arasında, güya eşitliği sağlayalım diye tam bir adaletsizlik sergilerken, eşe büyük payı ayırarak yüzeysel mantıklarıyla çelişkiye düşmekten de kurtulamamışlardır.
İşte bu yüzden, ilgili âyetlerde milyon tane farklı kombinasyonu tek tek yazmak yerine sadece nisbî haklar belirtilmiştir. Pay ve paydanın eşitlenmediği kombinasyonlarda ise, tıpkı yarım hak alması gereken kız çocuklarının tek başına kaldıklarında mirasın tamamını alması gerektiği gibi, arttırma veya tam tersinde eksiltme yöntemiyle mesele tamamen çözülmüştür.
Öyleyse, bu kadar basit bir meseleyi bile anlamayanların akıl ve mantıktan zerre kadar bile bir nasibi var mıdır:
"Onlara “Diğer insanlar gibi siz de iman edin” denildiğinde, 'Akılsızların inandıkları gibi biz de inanalım mı?' derler. Biline ki, asıl akılsızlar onlardır, fakat bilmezler."  (Bakara - 13)

- "Dünyada kaç bin tane din var; neden Zeus'a, Manitu'ya veya Uçan Spagetti Canavarı'na değil de, 'İslâmiyet'in Tanrısı'na inanacakmışım veya ineklere tapmayacak mışım peki?"

Yukarıda da izah ettik halbuki; yoktan var ettiği göklerde uçan, ele avuca sığan, çoluk çocuğa karışan ve çişini bile tutamayan bir tanrı mı olur hiç; onlar olsa olsa mâhlûk olabilirler ki, en akılsızların bile kolayca kavrayabileceği bu kadar basit bir gerçeğin izahını istemek size de çok zavallıca gelmiyor mu; zamandan ve mekândan münezzeh aşkın bir tanrı tasavvuru olmayan dinlerin adı din olsa bile kim ciddiye alır...
İlk insan ve Peygamber Adem Aleyhisselâm ile tebliği başlayan "Hak yol"un, sonunda İslâmiyet'le kemâle erinceye dek yekpare ve mütemadî bir silsile olduğu; isevîlik, musevîlik ve budizm gibi dinlerin ise bu yolun zamanla tahrifata uğramış hâlleri veya yerel kollarından başka bir şey olmadığı; dünyaya dalmamayı ve mânen tekamülü salık veren öğretilerinden, üç büyük dinde de saygın kabul edilen Hz. İbrahim ve Hz. Nuh gibi Ulu'l-azm Peygamberlerden, günde yedi vakit bir tür namaz kılan süryânilerden (bkz: https://youtu.be/BALyhYBqFXo?si=MF4vnrQKSnjdKWfF), bildiğiniz tesettürlü rahibelerden ve çarşaflı ortodoks yahudi kadınlardan, "tsedaka" adı altında sadaka veya zekât veren musevîlerden bile kolayca anlaşılabilir halbuki:
"Sana ancak, senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir. Hiç şüphesiz senin Rabbin hem bağışlama sahibidir, hem de elem dolu bir azap sahibidir." (Fussilet - 43)
"Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi." (Meryem - 55)
"Ben, atam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annem Amine'nin rüyasıyım. Annem rüyasında içinden çıkan bir nurun Şam diyarı saraylarını aydınlattığını söylemişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler." 
(Müsned, 4/127, 128, 5/262; Hâkim, el-Müstedrek, 2/656)
“Benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem Paraklet size gelmez, fakat gidersem onu size gönderirim” (16/7); “Ve o geldiği zaman günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir” (16/8); “Fakat o hakikat ruhu gelince size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir” (16/13); “O beni ta‘ziz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir” (16/14)
(Yuhanna)
"Paraklet" veya "Faraklit" kim olabilir acaba diye bir düşünün bakalım aklınıza ilk kim gelecek...
13- Ve Kutlu Olan şöyle cevapladı: Ben dünyaya gelmiş olan ilk Buda değilim, sonuncu da olmayacağım. Zamanın gelince başka bir Buda, bir Kutlu Olan, bir yüce Aydınlanmış Olan, davranışında hikmet dolu, hayırlı, evreni tanıyan, insanların mukayese kabul etmez bir öncüsü, meleklerin ve fânilerin bir üstadı dünyaya gelecek. Sizlere, benim öğrettiğim aynı sonsuz gerçekleri açıklayacak. Ruhen ve şeklen kökeninde şerefli, zirvesinde şerefli, amacında şerefli dinini vaz’ edecek. Benim şimdi açıkladığım gibi tamamen mükemmel ve saf bir dindar hayat açıklayacak!
(Paul Carus - Buda’nın Öğretisi)
"Bununla birlikte Kızılderili inancında Yüce Ruh mevsimlerin devam eden değişiminde, Güneş, Ay ve yıldızların hareketinde, gece ve gündüzün ardı ardına gelişinde, her doğumun bir ölümle sonlanacağı gerçeğinde yani doğanın döngüselliğinde görülebilirdi (Hartz, 2009: 22). Bu meyanda ayın ve dünyanın dönmesi, mevsimlerin birbirini takip etmesi gibi dünyevi hayat da bir döngü olarak kabul edilmektedir. Yani her fani 'Yüce Ruh'tan gelip dünyadaki döngülerinin tamamlanmasıyla yine 'Yüce Ruh'a kavuşacaktır. Yerliler Yüce Ruha geri dönebilmek için doğayı kutsamakta, kendi hayatlarını da doğanın döngüsüne uygun biçimde düzenlemektedirler" (Tosun, 2015: 93).
Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir. Doktor'un ifâdesine göre Mavmav'lar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam kabilesi için de, Mavmav'ların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye düşünmektedirler. Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hattâ, Mavmavlar, "Aynı İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar" desek yerinde olur.
"Malezya’da imamlık eğitimi alan Papua Yeni Gine İslam toplumunun başkanı Aborjin kökenli İsa Teine, ‘Aborjin kültüründe tokalaşmak yoktur, sarılmak vardır. Bu İslam’ın ilkesi olan kardeşliğin emaresidir. Aborjinlerin inancında yaratıcı tek tanrı vardır. Ve bu akide İslam’a girmelerine sebep oluyor’ konuşarak Papua’da birkaç yıl içinde 4000 Aborjin’in Müslüman olduğunun müjdesini verdi."
"Ve şu var, yani gerçekten tarih içinde bakıyorsunuz, dinsiz bir toplum yok... Çok entresan yani yok..." (Prof. Kürşad Demirci)
Hattâ, sıkı durun da daha çarpıcı bir tespit daha yapalım; heykellere karşı kıyama duran putperestler ve bizim kemalistler var ya, onlar da kıblesini şaşırmış "aşırı dinci"lerden başka bir şey değildirler aslında:
“Atatürk’ün tapkınıyız! […] Her şeyde Atatürk, Yerde O! Gökte O! Denizde O! var da O! yok da O! her şeyde O! Atatürk! […] Yerdedir, göktedir, sudadır, alandadır, diktedir, pusudadır. Görünmezi görür! Bilinmezi bilir! duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer! Her şeyde Atatürk! Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz. Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz! […] Varsın, Teksin, Yaratansın! Sana bağlanmayanlar utansın!”
(Aka Gündüz)
Her yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,
Kavmin olalım, sen bize, din eyle inayet!
Din istemeyiz öyle Arap felsefesinden,
Gazi! Bize bir din de yarat Türk nefesinden!..
(Ali Hadi)
“Atatürk’e Ekber!
Atatürk’e Ekber!
ancak O var: Atatürk!
Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk,
Tarihe hakim, zekâya önder, doğma serdar Atatürk,
Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk!"

(Yusuf Ziya Ortaç)
"Gökyüzünde Atatürk belirdi. Burası Lüleburgaz! Göklerden gelen bir işaret mi?"
Son sürümler bütün eski versiyonları da kapsadığına göre, geçmiş bütün kutsal kitapları ve Peygamberleri tasdiklemekle birlikte teslis inancı gibi sapkınlıklarını tashih etmesi, İslâm'ın "kuşatıcı üst idrak" ve son hak din olduğunu apaçık bir şekilde ispatlarken; diğerlerinin İslâmiyet'i inkâr etmesi, idrak yetersizliklerinden veya düpedüz ahlâksızlıklarından başka bir şeyi ispatlamaz... Eğer, her bir helvadan putu, ilkel kabile totemini, altına kaçıran inekleri veya yalancı deccalleri ciddiye alıp da tanrılar listesine kaydedecek olursanız saymakla bitiremezseniz elbet... Yani bütün uyduruk tanrılar ve bâtıl dinler, Allah'ın noksanlıklardan münezzeh sıfatlarını zamanla unutmanın veya muhtelif sebeplerle karıştırmanın binbir türlü tezahürlerinden ibarettir ve "bütün taklitler aslını yüceltir" hükmünce hepsi Hak yol'un son durağı İslâmiyet'in zımnî tasdikçilerinden başka bir şey değildir:
"O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır." (Haşr - 23)
"Ey nefisperest nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir."

- "Tanrıyı kim yarattı peki?"

İki zıtlık bir arada olamayacağına göre, yaratan nasıl olur da zavallı bir yaratık olabilir veya yaratılmış bir yaratan nasıl olabilir? Hattâ, "sonsuzdan daha büyük bir sayı olabilir mi?" diye de sorulabilir.
Her katarın bir lokomotifi ve mesela bütün orduların bir tek genelkurmay başkanı olduğunu bilmiyor musunuz? "Ordu komutanı veya devlet başkanı hangi üst rütbeliden emir alıyor öyleyse?" diye sormak nasıl mümkün değilse, "tanrıyı yaratanı yaratan tanrıyı kim yarattı peki?" sorusu da sonsuza giden fâsit bir sorudur:
"O, ilk ve sondur. Zâhir ve bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir." (Hadid - 3)
"Büyük büyük büyük tanrıyı yaratan en büyük tanrı"nın(!), boy boy minik tanrılar yaratıp, tanrıcılık oynamalarına müsade etmesinin ne anlamı olabilir? Üstelik, "tanrıların her şeye gücü yeteceğine göre, birbirlerini yok edebilirler" dense, hepten saçmalaşmayacak mı bu hezeyan? Yani, sonsuz kudret sahibi "sonsuz adet tanrının" bir arada gül gibi geçinip gidemeyeceği apaçık ortada değil midir:
"Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. (Enbiyâ - 22)
Mitolojik tanrıların akla ziyan maceralarında, her tür insanî durum, zaafiyet ve rezillik olabilir elbet ama, hakikî Yaradan âciz ve gülünç mahlûkatı gibi olabilir mi hiç:
"Allah, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden yücedir." (Nahl - 3)

- "Tanrı kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi?"

"Zâtını veya yaratma sıfatını yok edebilir mi?",
"Bir tanrı daha yaratabilir mi?"
"Dört köşeli üçgen yaratabilir mi?",
"Godot'yu bekleyebilir mi?",
veya "zzt erenköy!" şakası yapabilir mi?"
diye bu saçma sorular silsilesini daha da çoğaltmak mümkün olsa da, "Hakîm" olan Allah'ın isim ve sıfatlarında abesliklere yer yoktur.
Gerçi şöhretli ateist bilim adamlarında pek rastlanmaz ama, bir türlü sağlam delillerle gelemediklerinden sürekli çocukça mantık oyunlarına tenezzül ederek meseleyi sulandırmak hassaten türk ateistlerin idrak sefaletini göstermesi açısından da ibretliktir.
"Kötü sıfatlar ahirete inanmayanlara aittir. En yüce sıfatlar ise Allah’ındır. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nahl - 60)

- "Yaratan kusursuz ise yaratıkları neden mükemmel değil peki?"

Her bir sanatkâr veya "yaratıcı", hem potansiyel yeteneklerinin tezahürlerini eserlerinde görerek hoşnut olmak, hem de seyircilere göstererek takdir edilmek ister ki, “marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta ise zâyidir.” denmiştir. Sâni-i Zülcelâl de, kâinatı ve hassaten insanoğlunu isim ve sıfatlarına ayna olsunlar diye yaratmıştır. İnsanın takdir edilme arzusu, şişkin egosu, bir ölçüde bilmesi, görmesi, işitmesi de hep isimlerine mazhariyetindendir aslında. Cüz'î yansımalarıdır.
"Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de: 'Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır. Yani, “Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım."
Mahlûkatı yaratmasaydı "Hâlık", açlık olmasaydı "Rezzak", hastalıklar olmasaydı "Şâfi", kötülükler yapılmasaydı "Adl", "Kahhar" ve "Müntakim", günahlar işlenmeseydi "Tevvâb" isimleri tecelli edemez ve âtıl kalırlardı: 
"De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!.." (Furkân - 77) 
“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11)
"Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ..."
Tasarımın gerektiği gibi çalışması ve gayesine ermesi için, "negatif unsurları" ve meselâ mikropları da yaratan kendisi iken, "bak hastalıkları önleyemiyor ama!" denilebilir mi? Veya bizzat yeryüzünü yoktan var eden olduğu hâlde "depremlere neden mânî olamıyor?" diye sormak gülünç olmaz mı? Yani, koca kâinatı yaratabilen bir sonsuz kudrete kusur atfetmen kendi kusurundur; yüzeyselliğinden veya anlayış kıtlığından dolayı kusur zannettiklerin de tasarımın mükemmelliğindendir.
"Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir." 
"...İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir." (Bakara - 216) 

- "Eğer mükemmelse herhangi bir şeyi yaratmaya ihtiyacı yoktur; eğer yaratmaya ihtiyacı varsa mükemmel değildir."

Bilakis, her istediğini yaratabilmek mükemmelliğin îcâbı veya ta kendisi iken, tam tersi mutlak bir acziyettir ki, aynı ateist hiçbir mahlûkatı olmayan uyduruk tanrılar için "böyle de tanrı mı olurmuş yahu?" diye itiraz da ediyordur muhtemelen...
Nitekim, kafalarında yonttukları asılsız ve sıfatsız helvadan putları kendileri bilir ama, Kuran'da kendisini tarif eden Allah'ın hakikî mâbud olduğu sıfatlarından bile çok belli değil midir; "Hâlık" olarak yaratamayan, "Muhyî" olarak diriltemeyen, "Kahhar" olarak kahredemeyen, "Âlîm" olarak her şeyi bilemeyen, "Sânî" olarak gayet güzel suretlendiremeyen, 
"Şâfi" olarak şifa veremeyen ve "Hakîm" olarak hikmetle iş göremeyen bir tanrı mı olurmuş... Âciz, beceriksiz, adam sendeci ve saçma sapan hareketler yapan bir devlet başkanını veya aile reisini bile adam yerine koymazsınız siz habuki.
Üstelik, insanlar bile her yaptığını muhtaçlığından ötürü mü yapmaktadır sanki; meselâ hayırseverler muhtaç olduğundan mı muhtaçlara yardım eder? Hayvanseverler çok muhtaç olduğu için mi hayvanlarla ilgilenir? Gönüllüler çok ihtiyaçları olduğundan mı depremzedeleri kurtarmaya çalışır? Hattâ, ateistler bile güya "Allah korkusu" yerine vicdanî saiklerle iyilik yaptıklarını iddia ederlerken, Allah'ın isim ve sıfatlarının gereklerini yapmasında garipsenecek bir şey yoktur.
"...Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed - 38)

- "Kuran ayetleri insanların ifadelerine benziyor; tanrı dediğin bizim gibi konuşur mu hiç?"

"Belâgat, muktezâ-yı hâle mutabakattan ibarettir." Ne kadar âlim olursan ol, meramını sokaktaki adamın seviyesine göre anlatman gerekir ki, doktorlar bile "halk dilinde bilmem ne denilen" diyerek bazı hastalıkları tarif etmeye çalışırlar. Yani, anlamamışsa anlatamıyorsundur.
Tıpkı güneşin, dünyamızdan milyonlarca km. uzakta olmasına rağmen ısısını ve ışığını bedenimizde hissettirmesi gibi, "Allah'ın Zât-ı Akdesi" de sonsuz kere uzağımızda olduğu hâlde, kelâm sıfatı Kuran vasıtasıyla kulağımıza ve kalbimize kadar girebilmektedir. Eğer Hz. Musa'ya Sîna Dağı'ndaki hitabı gibi olsaydı, hiç kimse dinlemeye ve anlamaya takat getiremezdi elbet.
"Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz ve i’tâlar da böyledir. Eğer Cenâb-ı Hak beşere i’tâ edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, kat’iyen ne bakar ve ne de alır." 
Üstelik, hem "Kuran arapça olduğundan her millet anlayamıyor" deyip, hem de "tanrı, nasıl senin benim gibi konuşabilir?" diye itiraz etmek yaman bir çelişki olmuyor mu; anlaşılmasını istiyor musunuz, yoksa istemiyor musunuz?
"Apaçık Kitab'a andolsun ki biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık." (Zuhruf - 2-3) 

- "Kuran evrensel değildir, İslâm arap dinidir"

1- Kuran, âvâmın en ummîsinin bile anlayabileceği açıklık ve basitlikte, havassın en hasına hitap edecek derinlikte ve ancak "Aliyy" olan Allah'ın şânına yakışır yüceliktedir. 
"Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor."
Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi dinleyip istifade edecekler."
Nitekim, yer yer arapçanın gramer kaidelerine de uymayan veya imkânlarını aşan, bazılarının "Kuran'ca" da dediği, özgün ve daha üstün bir ifade zenginliğine sahiptir ki, arapçanın uzmanları bile âyetlerin işarî/mecazî mânâlarına pek nüfuz edememekte ve ilimde derinleşenlerin izahlarına ihtiyaç duymaktadırlar:
"Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisâ - 162)
Tabir yerindeyse, Kitabullah'ta "çoklu kodlama" mevcuttur denilebilir. Nitekim, beşerden nice bilgelerin derin anlamlar ihtiva eden vecîzelerine bile sayfalarca şerhler düşülüyorken, koskoca Allah'ın kelâmı, "o kadarını babam da bilir" hesabı, dümdüz okunup geçilecek tekdüze metinlere benzer mi hiç bir düşünün... Her mü'min, ancak marifeti nisbetinde O'ndan istifade edebilecek ve ilimde rüsuh sahibi olmaya başladıkça Kelamullah'ın derinliklerine nüfuz etmeye, hattâ "el-huruf el-mukatta'a"yı ve müteşâbihatı bile kavramaya başlayacaktır belki:
"Bu iki sıfat -'yed' gibi- mâna-yı hakikileriyle Cenâb-ı Hak hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mânâ-yı mecazînin, mânâ-yı hakikînin lâfzıyla, üslûbuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların melûf ve malûmları olmayan mânâları ve hakikatleri zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ 'yed'in mânâ-yı mecazîsi insanlara me’nus olmadığından, mânâ-yı hakikînin şekliyle, lâfzıyla gösterilmesi zarureti vardır."
"Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü 'Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin!' (En’âm - 121) âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: 'Mün'im-i hakikîyi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz.' Demektir." 
“ 'Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler.' âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir." 
"Hem dememişiz ki, “Mânâ-yı işârînin külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’câz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez."
Ancak, "Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin..." (Nisa - 136) âyetini okuyan sıradan bir okur yazar bile, "iman edenlere iman edin dediğine göre, bu tanrı ne arapçadan anlıyor, ne de mantıktan." gibi mantıksızca düşüncelere kapılmayacaktır. Bununla birlikte, en iyi bilen bile, insan olmak hasebiyle Sonsuz olanı hakkıyla bilemeyecektir: 
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir marifetle bilemedim."
Allah Hakîmdir, ilk muhatablar araptır ve arapça gayet zengin bir dildir; öyleyse 7000 ayrı dilde kitap indirmenin şu dünya şartlarında pratik bir karşılığı ve bir mânâsı yoktur. Üstelik, "Kuranca" bütün müslümanlar için ortak bir üst lîsan sayılır ve öğrenilmesi de farz-ı kifayedir zaten. Öyleyse, öğrenebilenler öğrenir, öğrenemeyenler ise bilenlerden öğrenir: 
"Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz." (Enbiyâ - 7) 
Üstelik, salt arapça bilmek yetseydi, "hikmet ehli" boşuna övülür müydü:
"O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar." (Bakara - 269)
2- "Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Sebe' - 28) 
"Ben, cinler ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat - 56) 
"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız." (Rahmân - 31)
"Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve ancak müslümanlar olarak ölün." (Âl-i İmrân - 102) 
"İnkar edenlere: 'Yenileceksiniz, toplanıp cehenneme sürüleceksiniz, orası ne kötü döşektir' de." (Âl-i İmrân - 12) 
Cinlere bile hitab eden bir kitap, nasıl bütün insanlığa hitab etmezmiş; oldu olacak "sadece arap cinler kastedilmiştir" deyin bari... Kuran, arapların şahsında bütün insanlığa seslenmektedir ki, parmağa değil de işaret ettiği yere bakacak olursanız, numunelik bir karakter olarak Ebu Leheb'in ölmediğini, Ebu Cehil'in kıtalar dolaştığını anlarsınız...
"De ki: 'Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.' Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdi." (Rûm - 42) âyetine dikkat ederseniz, eskilerden bahisle yenilere ders verdiğini anlamakta zorlanmazsınız... 
Eğer, "Bakmıyorlar mı o develere, nasıl yaratılmış?" (Gâşiye - 17) dediğinde hemen çevrenizdeki hayvanlar âlemine bakarsanız, "kutuplarda devenin işi ne?" diye boşuna sormazsınız... 
Eğer, “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (Enfal - 60) emrinden, dönemin gerektirdiği en etkili silahlarla donanmak gerektiğini kavrayabilirseniz, tankların karşısında o güzelim atlara da yazık etmiş olmazsınız... 
"Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider." (Hucurât - 2) ile "Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir..." (Ahzâb - 53) ikazları şu ân sizi hiç ilgilendirmiyor gibi görünse bile, "İki cihan serveri"nin ölümsüz ruhaniyetinin karşısında takınmanız gereken tavırlara dair belki bir hisse çıkartabilirsiniz:
“Bir kimse bana salât ü selâm getirdiği zaman, onun selâmına karşılık vermem için Allah Teâlâ rûhumu iâde eder.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96)
“Kim kabrimin yanında bana salât ederse ben onu işitirim. Kim de uzaktan salât ederse o bana ulaştırılır.” (Beyhakî, Şuab, II, 215) 
"Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu"
(Nâbi)
Hattâ, "Sarık sarmaya devam ediniz. Çünkü o meleklerin sîmasıdır. Onları sırtınıza sarkıtınız." (Taberânî) hadisini birazcık anlamış olsaydınız, başınızda İngiliz şapkası, kıçınızda Amerikan pantolonu varken hâlâ "Arap dini" tatavası yapıp durmazdınız... 
3- "Böylece biz sana arapça bir Kur’an vahyettik ki, şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları uyarasın." (Şura - 7) 
"Mekke ve çevresinde bulunanlar"dan, öncelikle İlahî mesajın dilini anlaması daha kolay olanlar kasdetilmiştir ki, bu kolaylık sayesinde soracaklarını sormuşlar; "bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. dedi ki: 'çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?'" (Yasin - 78) ve "kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz." (Nahl - 66) gibi iman hakikatlerini hatırlatan âyetlerin inzaline vesile olmuşlardır... Şura, Yasin, Nahl ve Gâşiye suresi'nin Mekkî olmasından da, ilk muhatablar üzerinden temel itikadî esasların öğretildiği anlaşılabilir zaten:
"Bu konuları ihtiva eden mekki sureler İslam'ın temelini oluşturan önemli konuları ele almaktadır. Kelime-i şehadet konusu ağırlıklıdır ve bu konuda müslümanların gayretli olması emredilmektedir." 
"Öncelikle Mekke ve çevresinde bulunanları uyarasın" veya "ve sonrasında kademe kademe bütün şehirlerde bulunanları uyarasın" gibi, güya daha açık veya kör gözüne parmağım bir ifade kullanmaması ise, mezkur âyette sözü daha fazla uzatmak istememesiyle alâkalı olabilir ki, az söze çok mânâ sığdırmak Kuran mucizelerinden biridir zaten. Bir örnek: 
“Denildi ki: ey arz! Suyunu yut! Ey sema! Suyunu tut. Ve su çekildi. İş bitirildi. Gemi de cûdî’ye oturdu. ‘Zalimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!’ Denildi.” (Hûd - 44) 
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Madem, ana şehir (ümme-l kurâ) veya "dünyanın başkenti" Mekke'dir ve madem "arap şehirlerinin anası/başkenti" dememiştir, öyleyse çevresinde bulunanlardan kasdedilenin diğer bütün yerleşimler olduğu o kadar açıktır ki, "şu mesafeye kadar çevresidir" diye bir sınır da tayin edilmemiştir zaten. Yani, "merkezden başlayarak, çevre çevre, kademe kademe tebliğe devam et." Sadece Mekke ve çevresindeki arap şehirlerinden ibaret olsaydı, "Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın" (Enfâl - 39) demezdi ki, diğer çevrelerin kâfirlere ve zâlimlerin keyfine bırakılması da düşünülemez zaten.
Üstelik, Kuran'ın en büyük müfessiri olan Peygamberimiz, Allah'ın muradını yanlış anlamayacağına veya aksini yapamayacağına göre; Doğu Roma imparatoru Herakleios'a, Pers kralı 2. Hüsrev'e, Habeş kralı Necaşi'ye, Mısır'lı Mukavkıs'a, Levant veya Bizans Suriye'sinin Vasal kralına davet mektupları göndererek ve İstanbul'un fetholunacağını da müjdeleyerek, mezkur çevrenin diğer bütün yerleşimler olduğunu pratikte de tasdiklemiştir zaten.

- "Peygamber'in doğru söylediğini nerden bileceğiz peki?"

1- Çok zeki olmaya gerek yok; varoluşa ve hadiselere aval aval bakıp duran akılsız bir ateist dahî; gevşek, 
laubali tavırlarından ve iğrenç kahkahalarından bile sahtekârları kolayca yakalayabilir halbuki:
Gevşeklik ve laubalilik bir tarafa, ömrünce yüksek sesle güldüğüne bile şahit olunmayan ve daima vakarlı âdâb-ı muaşeretiyle saygı uyandıran, "emrolundoğun gibi dosdoğru ol âyeti beni ihtiyarlattı" diyecek kadar doğruluğu kendine dert edinen, hattâ baş düşmanlarının bile "Muhammed el emin" lâkabını yakıştımaktan kendini alamadığı bir Zât'ın (s.a.s), Yaradan'la hiçbir irtibatı olmadığı halde O'na en büyük iftirayı atması ve Hz. Ali gibi hiç külyutmaz keskin zekâlı şahsiyetler arasında bir ömür boyu hilesini hissettirmemesi ve kendini er veya geç ele vermemesi imkânsızdır. Zîra, yalancının mumu yatsıya kadar yanar ancak...
"– Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden:
“– Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.[1]
Oraya gelmiş bulunan herkesten bilâ-istisnâ bu tasdîki alan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara şu ilâhî hakîkati bildirdi:
“– O hâlde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allâh’a inanmayanların o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim.
Üstelik, -haşa- palavracı ve menfaatçi biri, hiç böyle tavsiyeler yapar mı Allah aşkına:
"Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun..." (Nisâ - 135)
"...Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, Onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır, hayra da mâni olurlar." (Mâûn)
2- Tebliğin başında her türlü saltanatı ve en güzel kadınları teklif ettiklerinde, "bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz bu davadan vazgeçmem" diyen bir Peygamber, güya sırf Hz. Zeyd'in karısını almak için -haşa- nasıl âyet uydurabilir... Bütün derdi zevk-ü sefâ olan bir adam, neden daha genç yaşta iken yaşlı bir kadınla evlensin ve kendisi ölene dek başka bir kadın nikahlamasın vedahî neden her gece teheccüd namazına kalkma mükellefiyetini omzuna yüklesin bir düşün:
Peygamberimiz geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Ben kendisine,
"Ey Allah'ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?" dedim. Peygamberimiz:
"Ya Aişe, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu."
3- "Hem bedevî bir edib: “Artık emrolunduğun şeyi açıkla...” (Hicr - 94) âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: 'Sen Müslüman mı oldun?' O demiş: 'Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.'"
"Kutsal kitapları bir edebiyat eseri gibi okurum. Tevrat, İncil, Kur'an, bunları bir başka gözle de okurum. Orada yazılan hikayeleri, yaşananları ben yazsaydım nasıl yazardım. Bunlar çok önemlidir. Bir kere onlarda çok yüksek bir dil var. Keşke Kur'an'ı Arapçasından okuyabilseydim."
Bir sözün kime ait olduğunu söyleniş tarzından da anlamak mümkündür. Söz sanatlarına âşina bir çok kâfirin bile inkâr edemediği Kuran'ın o üstün belagâti, bilinen bütün söylem tarzlarından farklıdır; ne okuma yazma bilmeyen -haşa- bir "arapoğlunun yâvelerine", ne de Hz. Peygamber'in kendi sözlerine benzer:
"Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nakkadları o derece hadîsle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadîs olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez."
"Yoksa, O'nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da O'nun benzeri bir sûre getirin." (Yûnus - 38
Üstelik, hangi "akıllı", kendi yazdığı kitapta kendine sitem eder veya azarlar ki?
"(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi. (Resûlüm! onun halini) sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek." (Abese - 2)
"Eğer o resul bizim adımıza bir takım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik." (Hakka - 46)
Öyleyse bu meselenin ortası olamaz; Kuran ya kelamullahtır, ya da -haşa- Allah'a iftira eden bir ahlâksızın düzmecesidir ki, bunu şeytanlar bile iddia edememiştir.
4- S
ürekli öldürülme tehdidi altında yaşadığı halde hiç korkmaması, randevusunu unutan kişiyi tam üç gün aynı yere gelerek sabırla beklemesi, kendisine yanlışlıkla vurduğunu iddia eden kişiyle ödeşmek için hemen mübarek sırtını açması, "hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim" demesi, on yıl kadar hizmetini gören Hz. Enes'e bir kere bile "öf" dememesi, Taif'te taşlanırken bile "İlahi! Sen kavmime hidâyet ver; on­lar bilmiyorlar" diye dua etmesi, ömrünün çoğunu yarı aç yarı tok geçirdiği halde eline geçen hemen her şeyi ihtiyaç sahiplerine dağıtması ve hattâ yakasına yapışan bedevîye bile hiç kızmadan ganimetten pay verilmesini emretmesi, hiç günahı olmadığı halde günde yetmiş defa tevbe etmesi, tebliğ ettiği dinin emirlerine herkesden çok riayet etmesi ve daha nice nice üstün ahlakî özellikleri bir tarafa; "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" veya "ağaç meyvesinden bilinir" misali o seçkin talabeleri olan kâmil insanlar ve evliyaların sergilediği benzer davranışlar dahî, "aleyhissalatû vesselam"ın dosdoğru bir Peygamber olduğunu ispat etmez de neyi ispat eder acep:  
Küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var" dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili" dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var" dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım" dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum" dedi. Bu pişmanlığından sonra tevbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi.
Sami Efendi'nin Peygamber'i taklit konusundaki titizliğine dair pek çok anlatı mevcut elbette. Yeridir diye birini analım: “Çalıştığı kurumda telefonlara da bakar Sami Efendi. Bir keresinde patron da odadayken telefon çalar. Açar telefonu, o esnada patron “ben yokum! Aman ha benim olmadığımı söyle” anlamında kafasıyla işaret yapar. Sami Efendi, telefonu kapatmaz bile, ahizeyi o haliyle masaya bırakır. Kâtip kolluklarını çıkarır ve ceketini giyer... “Yalanın olduğu bir yerden bize bir hayır gelmez, eyvallah bana müsaade” der. Ve çeker gider.
"Üstadına bedel, mahkemede, Üstadına zarar gelmemek için 'Ya Rabbi, canımı al! Lâ ilâhe illâllah!' diyerek mahkemede vefat edip irtihâl-i dâr-ı bekà etmiştir."
Not: Bu sabah, (20-12-2023) Mekke'nin fethinde düşmanlarını affetmesini de eklesem iyi olur diye düşünmüştüm ama bilgisayarın başında neyi ekleyeceğimi unuttum. Öyleyse, köpeklerin başına diktiği nöbetçiyi yazayım bari diye düşündüm ve:
Hz. Peygamber (asm) Mekke'nin fethine giderken yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek görmüş ve hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak, onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikmiştir. (Vâkıdî, Megazi, II, 225)
5- Üstelik, bir kimsenin aslında nasıl biri olduğu, karşıtlarının veya henüz kendisine teslim olmayanların itiraflarından çok daha iyi anlaşılmaz mı:
"Senin asrında yaşayamadığımdan dolayı çok üzgünüm. Ey Muhammed! Kuran Allah'ın kitabıdır. İnsanlık senin gibi bir yüceyi bir defa görmüş, bir daha göremeyecektir. Senin önünde tam bir saygı ve hürmetle eğiliyorum." 
(Otto von Bismarck) 
“Böyle bir kişinin sözleri, doğanın kendi yüreğinden dolaysız gelen bir sestir. İnsanlar her şeyden daha fazla ona kulak vermelidir. Diğer bütün şeyler, onun karşısında boş sözdür. Başka bir deyimle Muhammed’in konuştuklarıyla karşılaştırıldığında, o sözler boş, anlamsız, gerçek dışı ve saçmalıktır.” 
(Thomas Carlyle - Kahramanlar)
“Muhammed’in getirmiş olduğu yeni inanç, belirsizliğin şüpheciliğinden arınmıştır ve Kur’an da Allah’ın birliğine muhteşem bir tanıktır.” 
(Edward Gibbon - Roma İmparatorluğunun Gerileyişi ve Düşüşü)
“Muhammed öğrenim görmemiştir. Okumayı ve yazmayı bile doğru dürüst bilmez. Buna rağmen o öyle bir kitabın yazarıdır ki, yasaların şifresidir. Ortak duaların tek kitabıdır. Bir rehber ve insanlığa yol göstericidir. Bütün bu özellikler, bu kitapta yazılıdır. Günümüzde yaşayan tüm insanların altıda biri tarafından, usul ve üslup sadeliğinin bir mucizesi olarak hürmet ve saygınlıkla kabul edilir. O, Muhammed’in mucizesidir. Ve Allah’ın o’na verdiği gerçek ve büyük bir mucizedir.” 
(Reginald Bosworth Smith - Muhammed ve Muhammedizm)
“Filozof, hatip, peygamber, kanun koyucu, savaşçı, fikirlerin fatihi, akla uygun inançların, soyut dinlerin yenileyicisi, yirmi dünyevî ve bir kutsî imparatorluğun kurucusu; işte, M...d budur. Bütün örnek ve modelleri katarak, insanın büyüklüğü onunla ölçülebilir. Ondan daha büyük insan yoktur. M...d gerçekten en büyüktür. Bu her türlü tartışmanın kesin olarak üstündedir.”
(Alphonse De Lamartine - Türkiye Tarihi)
“Bütün zamanların en büyük lideri, Hz. Muhammed idi.” 
(Jules Masserman - “Liderler Nerede" / The New York Times)

- "Kamera icad edildiğinden beri hiç mucize de görünmüyor nedense?"

Makam Camisi karşısında bulunan eski cami görevlisi Alışkan, kazı çalışmaları sırasında ziyarete gelen bazı kişilerin çok güzel bir koku hissettiklerini, kendisinin de aynı kokuyu fark ettiğini söylüyor. Alışkan, yaşanan olayları şöyle anlatıyor: "Bir süre önce işçiler kazı çalışması yaparken yaklaşık 8- 10 metre aşağıda işçi bilmeden Hz. Danyal'ın (a. s) üzerindeki Horasan harçlı yapıya kazmayı vurunca düştü bayıldı. Bu Horasan harcının üzerinde işlemeli mozaikler var. Harcın üzerinde yine iki kat asfalt bulunuyor. Kabrin yerinin tespit edilmesinde ben şuna şahit oldum. Dışardan gelen bazı ziyaretçiler bana güzel kokular geldiğini ve kendilerinden geçtiklerini söylediler. Ben de dualar okuyarak mezarın etrafında dolaştığım zaman aynı kokuyu hissettim. Çok güzel bir koku bu hisseden insanları adeta kendinden geçiriyor." Makam Cami görevlisi Kenan Eker ise, "Başkan Burhanettin Kocamaz, rüyasında gördüğü Hz. Danyal'ın (a.s) kendisine, 'evladım üzerimdeki çamurları temizle' demiş. Bunun üzerine başkan harekete geçmiş, kazı çalışmasını başlattı. Şu anda kazı çalışmaları sürüyor. Proje hazırlıkları başladı." dedi.
Binlerce yıl önce Refik-i Alâ'ya kavuştukları halde, mucize göstermeye devam edebiliyorlarmış hâlen demek... Hattâ, bir alt türü sayılan kerametler de, Peygamber Vârisleri, veliler ve şehitler tarafından kıyamete kadar gösterilmeye devam edecek ve görebilenler hep görecek:
Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıtların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıtları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile, “Biz şimdiye kadar muhafızınız idik; bundan sonra hizmetçiniziz” derler.
Birgün Bediüzzaman’a soruldu: “Kaydı nasıl açtın?” Dedi: “Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir."
"Zübeyir Ağabey anlatıyor: 'Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir gün içeride ne yapıyor diye merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş, karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim. Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. 'Keçeli bir daha seni orada görmiyeyim.' dedi."
"Doktor askerlere: 'Bu tabutu açıp Üstadı öbür tabuta alacağız' dedi. Fakat erler çekiniyor ve korkuyorlardı. 'Biz yapamayız, çarpılırız' dediler. Fakat doktor: 'Kardeşlerim biz emir kuluyuz. Ne yapalım mecburuz' dedi. Hep beraber tabutu açtık. İçimden 'Seyda'nın kemikleri birbirine karışmıştır' diyordum. Fakat elimi kefene sürünce sanki yeni vefat etmiş gibi bir hal vardı. Yalnız kefenin ağız kısmı biraz sararmıştı, dışında da bir su damlası şeklinde bir leke vardı.
Doktor kefenin ağzını açtı; yüzüne baktım, âdeta tebessüm ediyordu. Yine hep beraber kucakladık o şanlı mazlum Üstadı, askerlerin getirdiği çok ağır ve büyük tabuta yerleştirdik. Tabutun etrafındaki boşluğu otlar ile doldurdular."
"Filistin'de şehid olan mücahidin yüz ifadesi görenleri hayretler içerisinde bıraktı."
https://dogruhaber.com.tr/haber/752094-bu-sehid-gulumsemiyor-kahkaha-atiyor/
Hem giderayak yalan söyleyecek hâli yok ya:
Babam gerçek bir mücahiddi. Her anlamıyla mücahid. Hem ilimde, hem nefs mücadelesinde, hem savaşta. Her yönüyle cihad edendi. Hiç unutmam Arafat’tayız. Afgan mücahidlerinden birkaçı yanımıza gelerek ansızın Sultan Babamın etrafını sardılar. Ellerine sarıldılar babamın ve ellerini öpmeye başladılar. “Mücahid şeyh, mücahid şeyh!” diye ellerini öpüyorlardı. “Hindikuş Dağları’nda bizimle savaşan sendin. Seni tanıdık. Sen O’sun! Sen mücahid şeyhsin!” dediler. Ben de Dergâhta bazen dalıp giden babamın nerelere gittiğini o zaman anladım ve hayretler içinde kaldım. “Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız. Orada olmaya mecburuz. Bizi olur olmazla meşgul etmeyin” derdi. Derdi de gidip gitmediğini bilemezdik. Gerçekten narda kalmış darda kalmış mücahidlere maneviyat yoluyla gidip yardım etmiş. Bu olayla anladım. Mücahidler ona minnettarlıklarını bildirirken Sultan Babam da mahcup bir şekilde sanki bir ayıp işlemiş gibi, Afganlı Mücahitlere yalvarıyor; ‘yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu.
15 yaşlarında, askeri talebe olarak İstanbula gitmişti. Daha sonra askeri mühendis oldu.
İstanbul’da askeri talebe olarak bulunduğu günlerde, bir askeri kule inşaatında bulunurken, bir Şeyh ile bir subayın Hz. Peygamber hakkında münakaşa ettiklerini görür. Şeyh Efendi'nin subaya gerekli cevabı veremediğini görünce, kendisi de doğuştan veli olduğu için:
"Komutanım, o inanmadığınız Muhammed, şimdi kendimi aşağı attığımda beni tutar, kurtarır."
diyerek kendisini kuleden aşağıya atar. Herkes aşağıya koşuşurken, kendisinin merdivenlerden yürüyerek geldiğini görürler.
"Kabrin içinden öyle bir acı ses geldi ki, sanki etlerini koparıyorlar..."
Ramazan ayının birinci günü… Bekârım, yemek yapamıyorum. Kendi kendime “Bugün akşamdan yediğimle oruç tutacağım" dedim. Tuttum da. İftara 45 dakika falan var, Beşiktaş pazarına ineyim de iftarlık bir şeyler alayım dedim. Bekâr adam ne alır? Peynir alır, domates alır. İki çeşit ekmek çıkardı o zamanlar. Velhasıl bir şeyler aldım, geldim. Gazocakları vardı o zamanlar, babamdan kalmıştı. “Sen bekârsın, lazım olur" diye vermişti. Suyu koyayım, bir çorba yapayım diyordum. İftara yarım saat kaldı, dışarı çıktım. Dönüşte bir tepsi vardı kapımın önünde. Gümüş bir kâsede çorba, dört tane zeytin, iki tane hurma, iki parça da kırılmış ekmek, şimşir kaşığı da üstünde. Kaşığın üstünde de “Bismillahirrahmanirrahim" yazıyor. Kim getirdi bunu? Derken o an ezan okundu. Bir yudum suyla orucumu bozdum, akşam namazımı kıldım, yemeğimi yedim. Öyle bir lezzetli çorba ki tarif edemem. İftarımı ettim. Uyandım, baktım saat üç. Daha vakit var. Dışarı çıkıp abdest alayım dedim. Çıktım baktım ki aynı tepsi yine gelmiş. Beyaz bir tabağın içinde kuskus pilavı, bal şerbeti, kaşık yine aynı kaşık...
Ömrünce hiçbir yalanına şahit olunmayan, yüz küsür yaşında ve akıl sağlığı gayet yerinde bir pîri fânî, ömrünün sen demlerinde hangi menfaati için yalanlara tenezzül edecekse artık (2017'de vefat etti)... 
Üstelik mucizeler, hemen oracıktaki küçük bir kalabalığı iknâ/ilzam etmek için gayet nadiren ve ânîden
 gösterilmiştir ki, "eğer varlığını ispatlamak için göklere yıldızlarla kalıcı bir şekilde kelime-i tevhid mahyası yazacak olsaydı imtihanın mânâsı kalmaz ve inatçılar dışında herkes inanmak durumunda kalırdı zaten." tespitinin tekrar altını çizmiş olalım. Yani bilâ istisnâ herkesin görebileceği kalıcı bir peygamber mucizesi imtihan sırrına uymaz.
Bununla birlikte, ayın ikiye bölündüğünü gören kâfirler küçük dillerini yutmuş; "M...d'in sihri göklere tesir etti!" diye feverân ederek ister istemez mucizeyi gördüklerini itiraf etmiş ve apaçık gerçeği tersinden de olsa tasdik etmişlerdir.

- "Ayın veya denizin ikiye yarıldığını görseydim ben de hemen iman ederdim halbuki, bu adaletsizlik değil mi?"

Her isteyen için hemen bir mucize yaratmak gibi taahhüdü olmadığı gibi; aklî delilleri kavrayarak ve sezgisel olarak iman etmek esas olduğu için gereksizdir de zaten. Mucizeler, iyi niyetle bakan ve inanmamaya ahd etmemişler için bir teşvik sayılabilir ancak ki, ay ve deniz yarılsa bile bunlar için değişen bir şey olmaz:
"Amerikalı bilimadamlarının bilgisayar programları kullanarak gerçekleştirdiği araştırma, çok güçlü rüzgarların suyu ikiye bölmüş olabileceğine işaret ediyor."
https://bbc.com/turkce/haberler-dunya-47566842
Hattâ, bizzat görünse dahî:
"Şu an tanrı kesin olarak gökten inse ve ben tanrıyım dese ve mucizeler gösterse, o zaman ateist değilim, tanrı kesin olarak var derim diyorduk ama şu an düşünecek olursanız artık o bile yeterli değil..." 
"Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah'ın diledikleri hariç, yine de inanacak değillerdi, fakat çokları bunu bilmezler." (En’âm - 111)

- "Sümer tabletlerinde veya eski yazıtlarda Kuran'a benzerlikler var, onlara bakılarak yazılmış olmasın sakın?"

Risaletinden önce okuyup yazarken gören bir kişi bile olmadığına göre, ummî bir Peygamberin sağa sola bakarak Kuran-ı Kerim gibi çok çok kapsamlı mucizevî bir kitabı yazabileceğini zannetmek en hafif tabirle gülünç bir iddiadır. Olsa olsa, tabletler önceki Peygamberlerin sözlerine istinaden yazılmıştır denilebilir ki, esasen ilk insan ve peygamber Hz. Adem'le "Hak yol"un tebliği başlamış, sonrasında insanlığın tekâmülüne ve dinde yapılan tahrifâtlara binaen her kavme pek çok uyarıcılar gönderilmiştir: 
“Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fatır - 24) 
Hattâ, bu Peygamberler vasıtasıyla dinsizler tarafından yöneltilen yeni yeni sorular da cevaplanmıştır: 
"Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: 'Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?'" (Yasin - 78) 
Dolaysıyla, Hakk'a ve hakikate dair bütün sözlerin kaynağı birdir ve hemen her coğrafyada izlerine rastlamak mümkündür. Hattâ ve hattâ, hikmetli sözler söyleyenler içinde filozof veya bilge diye bilinen bazı büyük tarihî şahsiyetlerin, tahrif edilmiş dinlerin yüzyirmibeşbin kadar Peygamberinden biri olması da kuvvetle muhtemeldir:
“Buda şöyle dedi: ben dünyaya gelen ilk buda (yol gösterici) değilim, son da olmayacağım. Belli bir zamanda dünyaya bir başka kişi gelecektir. o da kutsi, aydınlanmış ve idarede fevkalade kabiliyetli olan biridir. O benim size öğretmiş olduğum aynı ebedi gerçekleri öğretecektir... Ananda sordu: o nasıl bilinecek? Buda cevapladı:O, maitreya (rahmet) olarak bilinecek.”
Ona göre, Musa’nın tanrısı tarafından Sina’da İsraillilere verilmiş olan On Emir kesinlikle Mısır geleneğindendir ve Mısırlıların Ölüler Kitabı ile ortak kökene sahiptir. Mısırlılar öldükten sonra ahirette Yargılama Odası’nda Osiris ve 42 yargıcı önünde yargılamaya tabi tutulacaklarına inanıyorlardı. Ölüler Kitabı’nın 125. bölümünde, ölü kişinin bu durumda söylemesi gereken Negatif İtiraf ve şöyle teminatlar bulunmaktadır:
Yalancılık yapmadım,
Hırsızlık yapmadım,
Çalmadım,
İnsan öldürmedim,
Yalan söylemedim.
En ilgi uyandırıcı şeyler Ebla Tabletlerinde geçen kişi isimleriydi. 'Ab-ra-mu' (İbrahim), 'E-sa-um' (Esav), ve "'Sa-u-lum' (Talut). Bir de İbrani gelenekleri dışında başka bir yerde daha önce görülmeyen 'Da-u-dum' (Davut), 'Til-Turakhi'(Terah), 'Sodom ve Gomorrah'(Lut Kavmi) ve 'Irem' (İrem bahçeleri).
Ebla'da ismi geçen kişi isimleri Tevrat'ta da geçiyor. Ab-ra-mu [İbrahim], Iş-ma-il [Ismail], Iş-ra-il [Israil], Da-u-dum [Davut], Mi-ka-il [Mikail], Mi-ka-ya [Mikah] (*) ..bunlardan birkaçı.
Adem, Havva, Nuh, İbrahim, Hacer, İsmail, İsrail, Mikail, Davut, Talut da ismi geçen kişiler arasında ("Ebla Arşivleri", Doubleday, 1981, s. 271-321)

- "Aslında Kuran'ı Varaka Bin Nevfel yazdı"

Söyledikleri, önceki kutsal kitablar ve Peygamberlerden öğrendiklerinden ibaret olduğundan, Varaka da İslâm'ın hakkaniyetinin dellilerinden biridir halbuki. Nitekim, -haşa- neden "ilerde benden öğrendiklerini satacak" dememiş de, kendisinin beklenen Peygamber olduğunu, geleceğinin Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ tarafından müjdelendiğini, kendisine gelen meleğin önceki Peygamberlere de gelen Cebrâil olduğunu söylemiştir ve niçin "Kavmin seni Mekke’den çıkaracakları zaman keşke sağ olsam da sana yardım etsem!" temennisinde bulunmuştur acep? Üstelik bu kitab, ne Varaka'nın, ne de başka bir ademoğlunun asla bilemeyeceği mucizevî haberlerle doludur:
Meselâ, o gün Romalılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda Bedir gâlibiyetiyle de müslümanların sevineceğini, "Rumlar, en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Halbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler de Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir." (Rûm - 2-5) müjdesiyle duyurmuştu; zamanı gelince tıpkı haber verdiği gibi çıktı. En yakınındaki amcasından, düşman kabile ve düşman devletlere kadar etrafı muhtelif tehlikelerle çepeçevre sarılı olduğu halde, 
"Ey resûl! rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez." (Maide - 67) ayetiyle hayatını emniyet içinde geçireceği va'dolunmuşdu ve öyle de oldu:
"Bu Savaş sırasında Gavres, yağan yağmurdan ıslanan elbiselerini kurutmak için bir ağacın üstüne serip dinlenmekte olan Resulullah’ı (a.s.m.) öldürmek için kılıcıyla başucuna gelerek; “Bu gün seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Resul-i Ekrem (a.s.m.) mükemmel bir cesaretle “Allah” diye cevap verince, Gavres’in kılıcı elinden düşer. Resul-i Ekrem (a.s.m.) hemen kılıcı alıp “Şimdi seni benden kim kurtaracak” buyurur. Gavres, “Beni kurtaracak kimse yok” der ve imana gelir. Kavmini de İslâma davet eder."
"Siz peygambere yardımcı olmasanız da önemli değil. Nitekim inkârcılar onu, iki kişiden biri olarak yurdundan çıkardıklarında Allah ona yardım etmişti: Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir” diyordu. Derken Allah ona kendi katından bir güven duygusu indirdi, sizin göremediğiniz askerlerle onu destekledi ve inkârcıların sözünü değersiz hale getirdi. Allah’ın sözü ise en yücedir. Çünkü Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir." (Tevbe - 40)
Ayrıca haber verdiği fetihler de aynen gerçekleşmiştir:
"İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; o ordu ne güzel ordudur!.." (Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, I)
Ölecek dedikleri de ölmüştür:
"O bana (Mekke'de) 'Seni öldüreceğim' demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür."
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, "Allah'ım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın." diye duâ etti. Sa'd bin Ebî Vakkas der ki: "Vallahi, Resûlullahı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden bir yıl geçmedi."
Bunlardan biri olan İbni Şihab'ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm)'in yüzünü yaralayan İbni Kamia ise, Uhud'dan Mekke'ye döndükten sonra, davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı.
(bk. Sîre, III/89; Tabakât, IV/125; Belâzurî, I/324; Uyunü'l-Eser, II/13)
Hattâ, adını ve sanını kimsenin bilmediği binlerce yıl önce tarihe karışmış Haman'ın bile gerçek biri olduğu anlaşılmıştır:
"Antik Mısır kültürü ve tarihini incelemiş ve yazdığı eserler atlas başyapıtı olarak kabul edilmiş alman bilim adamı Walter Wreszinski, Hof Müzesi'nde sergilenen bir anıt üzerinde Haman isminin geçtiğinden ve aynı yazıtta Haman’ın Firavun’a olan yakınlığından bahsedildiğini eserinde haber vermektedir."
(207. Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J. C. Hinrichs’ sche Buchhandlung.)
Yine bir antik Mısır tarihçisi olan Hermann Ranke tüm bu yazıtlara dayanarak hazırladığı “Yeni Krallıktaki Kişiler” sözlüğünde Haman’dan “Taş ocaklarında çalışanların başı” olarak bahsetmektedir.
(Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J. J. Augustin in Glückstadt, Band I, 1935, Band II, 1952.)
Evet, Hâman, aynen Kur’an’da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır’da yaşayan bir kişiydi. Kur’an’da bahsedildiği gibi, Firavun’a çok yakındı ve inşaat işleriyle ilgileniyordu. Kur’an’da, Firavun’un kule yapma işini Haman’dan istemesini haber veren ayet, bu arkeolojik bilgiyle tam bir uyum içindedir.
https://ilmedavet.com/haman-ve-eski-misir-yazitlari.html
Yani Kitabullah'ın, olmuş ve olacak her şeyin, açıkça veya işareten bildirildiği son Hak Kitab olduğu şüphe götürmez bir gerçektir:
"Ey arkadaş! herşeyin kitab-ı mübînde mevcud olduğunu tasrih eden “yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır.” (En’âm - 59) âyet-i kerîmesinin hükmüne göre; Kur'an-ı kerim, zâhiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş ve gelecek herşeyi ifade ediyor." 
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/isaratul-icaz/bakara-suresi/31-33-ayetin-tefsiri/353

- "M...d diye biri yaşamamıştır belki ne mâlûm?"

Neredeyse günbegün kayıt altına alınmış siyerini bırakın, sahabelerinin hayat hikâyeleri bile cilt cilt kitaplara geçmişken; (bkz: https://insanveirfan.org/e-arsiv/hayatus-sahabe-m-yusuf-kandehlevi-96) iletişim kurduğu, İslâm'a davet mektubu gönderdiği ve savaştığı düşmanları dahî isim isim biliniyorken, hatta diğer Peygamberler ve meselâ Hz. Îsâ bile, “Benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem Paraklet size gelmez, fakat gidersem onu size gönderirim” (Yuhanna - 16/7) diyerek geleceğini îmâ veya ilan etmişlerken böyle bir şüpheye nasıl düşülebilir; "doğrusu ben kendimden bile şüphe edecek kadar kafayı yemiş bir mankafanın tekiyim" diyenler için mümkün olabilir belki.
Üstelik, Hz. Peygamber'in yaşadığından bile güya şüphe edenlerin, çok kısa bir müddet irtibat kurduğu ve tarihî kaynaklarda da genişçe bahsi geçmeyen Varaka Bin Nevfel gibi tâlî denilebilecek bir şahsiyeti tartışmasız gerçek kabul etmeleri ve adeta mal bulmuş mağribi gibi sarılmaları da ibretlik bir çelişki değil midir...
Öyleyse yaşadığına inanan ateistler, inanmayanlara mevzuyu hemen anlatsın!

- "Ahiret, 'öte tarafta kralsın b'olum!' diye uydurulmuş bir yalandır."

"Doğuştan gelen bir kusurumuz var; hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz. bu kusurumuzu gidermedikçe, dünya gözümüze çelişkilerle dolu bir yer görünecektir. çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, Dünyanın ve insan hayatının, mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız. İşte bu yüzden bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifadeyi, yani düş kırıklığını görmek mümkündür..."
(Schopenhauer)
"Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir."
(Goethe)
"Ne yani; böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var?"
(Umberto Eco)
Eğer itibarlı zengin bir ailenin tek mirasyedisi olarak dünyaya gözünüzü açtıysanız veya bir türlü sonu gelmeyen sınavları kazanıp iyi bir iş bulayım derken ömrünüzün ilk yarısını kazasız belasız atlatabilirseniz...
Zulüm, yalan, dedikodu, hakaret, iftira, ihanet, bencillik, menfaatçilik, kayırmacılık, dolandırıcılık, kötü komşular, bozuk düzen, hain ve ahmak yöneticiler ile suç çeteleri gibi çok yakın tehlikelere hiç bulaşmadan ve sevdiklerinizi de bulaştırmadan rahat rahat keyfinize bakabileceğiniz steril bir fânus bulabilirseniz...
Binbir türlü yalan ve riyakârlıkla güya hayatınızın kadınını/erkeğini tavlamanız yetmez; bir maganda kurşununa kurban gitmeden en mutlu gününüzü atlatabilir ve etraftaki bunca yakışıklının/güzelin ayartıcılığına kaptırmadan ve hiç sıkılmadan sonuna dek elinizde tutmayı başarabilir veya ihtiyarlandığında ve hastalandığında da hâlâ yükünü çekmeye değer bulabilirseniz...
Yedikçe zayıflatıp, üstüne bir de vücut yapan leziz yemeklerle, içtikçe sağlığınıza sağlık katan alkollü içkiler bulabilirseniz...
Gaddar zulümler altında inleyen insanların ve diğer mâhlûkatın acı feryatlarını duymamak için vicdanınızı bir şekilde kapatabilirseniz...
Bunca hırgür arasında nereden bulaştığı belli olmayan bir virüs tarafından işiniz bitirilmemişse, Kim Jong-Un veya Putin nükleer silahlarını ateşleme kararını hâlâ verememişse ve Yellowstone'da beklenen patlamanın tarihi daha netleşmemişse, ömrünüzün kalan yirmi-otuz senelik yarısında "king of the world" sizsiniz demektir. Öyleyse daha ne istersiniz?
Halbuki, her tür bencilliği kınayan, komşusu açken tok yatanı dışlayan, kardeşini nefsine tercih etmeyi öğütleyen, veren eli alan elden üstün tutan; faiz, rüşvet, iltimas ve hileli ticaret gibi haksız yollarla mal yığmayı yasaklayan, zekat müessesesi ile zengin ve fakir arasında irtibat köprüleri kurarak sosyal patlamalara mânî olan, sabredenleri müjdeleyen vedahî maddî ve manevî bütün vecibeleriyle daha dünyada bile cennet hayatının bir tür provasını yaşatabilen şu güzelim İslâmiyet nedense saçma gelirken; sonunda koca bir hiç, gübre veya böceklere yem olduktan sonra milyarlarca sene mutlu mesut yaşansa bile belki hiçbir kıymeti olmayan şu üç günlük dünya hayatı için "yalancı cennet" vaad ettikleri halde, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen bâtıl ideolojilerle avunup durmaktan daha büyük saadet olur mu hiç!
Dünya budur, dinsizlere burada da huzur muzur yoktur:
"Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.” (Tâ-hâ - 124)
1. Dünyanın ömrü kısa olup, süratle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.
2. Dünyanın lezâizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.
"Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz’î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir."
"Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebâirde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır."

- “Eğer tanrı, hem güçlü, hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu?” (David Hume)

Geçici dünya, ebedî ahireti kazanmak için açılmış bir imtihan meydanı veya olgunlaşma enstitüsüdür. Engelsiz ve çilesiz bir eğitim sahası olur mu hiç bir düşün... 
"O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk - 2)
İnsanoğlunun, basiret, fazilet ve dirayet gibi potansiyel kuvvetleri; terslikler, kötülükler ve şeytan gibi negatif unsurlarla sınava tâbî tutulmaktadır. 
"Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?.." (Bakara - 214)
"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!" (Bakara - 155)
Hattâ, "Hakk'ın sopası yoktur" derler ya, kötü insanlar da son tahlilde ve ister istemez Allah'ın askerleri sayılırlar:
"Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Fetih - 7)
"Hem, herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir, 'İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürüklerler.' hükmüne mazhar eder."
Dünyevî hedeflerimize ulaşmak için çektiğimiz çileleri birer kötülük olarak görmüyorsak, başlarına gelmedik kalmayan mazlumlara da gerçek bir mağdur gözüyle bakamayız; bilakis, ahirette haklarını söke söke alır, kimbilir belki şehitlik mertebesine bile ulaşabilirler.
Peki bebeklerin ve çocukların günahı nedir?
Hz. Peygamber (asm), bir adamı İslâm’a davet etti. Adam: “Kızımı diriltmeden sana iman etmem, dedi.” Hz. Peygamber, “kabrini bana göster” dedi. O da gösterdi. Hz. Peygamber (o kızın kabrinin başına gidip): “Ey Falanca kız!” diye (ismiyle) çağırdı. Ölü kız: “Lebbeyke ve sadeyke!/Buyrun! Emredin.” diye cevap verdi. Resulullah: “Dünyaya geri gelmek ister misin?” diye sordu. Kız: “Ya resulellah! Vallahi istemiyorum. Çünkü ben Allah’ın komşuluğunu/yakınlığını/himayesini anne-babamınkinden daha hayırlı olduğunu gördüm. Ahiretin de benim için dünyadan daha hayırlı olduğunu gördüm.” dedi. (Aliyyu’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, Beyrut, 1421, 1/650-651)
"Bir zaman, eski harb-i umumîde, düşmanların ehl-i islâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i ilâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, “ya rabbi, şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum."
Eğer, hepsi belalardan mucizevî bir şekilde kurtulacak olsa yine imtihan sırrına uymazdı zaten. Öyleyse, zâhiren kahredici gibi görünen ama şuur yetersizliğinden aslında hiç farkında bile olmadıkları acılar sayesinde sorgusuz sualsiz ebedî mutluluğu kazanarak ikrâm-ı ilahiye nâil olmuşlardır.
"Benim gördüğümü görseydiniz kardeşlerim, cennet gökler ve yer kadar büyük... Allah, Allah, Allah..."
Hayatın, kısacık, zorlu ve tuzaklarla dolu olmasından bile çetin bir imtihanda olduğumuzu bir türlü anlamayan ve sınav salonunun tam ortasına çilingir sofrası kurup vur patlasın oynamaya kalkan zavallılara eyvahlar olsun!
"Kötü işleri hoşuna gidip de onları güzel bulan kimse mi? Allah dilediğini sapkınlık içinde bırakır, dilediğini de doğruya iletir. O halde onlar için üzülerek kendini helâk etme. Allah onların yaptıklarını elbette biliyor." (Fâtır - 8)

- "Tanrının ibadetlerimize ihtiyacı mı var?"

"Yazdığım ilaçları hiç aksatmadan kullanmalısınız" diye tekrar tekrar hatırlatan doktora; "amma uzattın ha, çok mu ihtiyacın var yoksa?" demek ne kadar mânâsızsa, kullarının manevî hastalıklarının şifasını en iyi bilen "Şâfi" olan Allah için böyle bir zan da anlamsızdır:
“Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki, Allah’ın size ihtiyacı yoktur. bununla beraber, kulları hesabına, küfre razı olmaz.” (Zümer - 7)
Emniyet istatistiklerine bir bakın bakalım, yakalanan hırsızların ve arsızların yüzde kaçının dinle imanla bir alâkası varmış... Düzenli namaz kılan müslümanların "âdî suçlara" karışma oranlarının; dinsizlere ve bînamazlara göre neredeyse yok sayılacak seviyede kalması bile ibadetlerin tedavi/ıslah edici etkisini ispat etmez mi:
"Kitaptan sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder..." (Ankebût - 45)
Dikkatle takip edilirse; yetim hakkı yiyen, devlet malını hortumlayan veya binbir türlü usûlsuzlükler yapan "siyasal İslâmcı" denen tipler içinde de namazlarını kaçırmayan ciddî müslüman hiç yoktur hiç:
"Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler." (Mâ'ûn - 5)
"Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve mârifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar—tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer." 
Hüseyin Ersoy bu örnek davranışının nedeni sorulduğunda ise İmam Hatip Lisesi mezunu olduğunu, parayı da inancı gereği sahibine verdiğini belirterek, şunları söyledi:
'Alman bayana, bizi buraya getiren kuvvetin adının İslamiyet olduğunu ve onun rızası olmadan 1 eurosuna dahi bu paranın dokunamayacağımızı kendisine söyledim. O da kendisi çok memnun oldu. Hemen orada takdir etti. Çoğu yapmazdı dedi. Biz görevimizi yaptık, omuzlarımızdan çok büyük bir yük kalktı."
"Ondan sonra polisteki altınlar geldi. Oradan da 1 kilodan biraz fazla bir altın çıktı. O altını hesapladım, 750 bin lira gibi bir rakam çıktı. Ben de bu parayı devlete iade ettim. Hakkımız olan parayı aldık, olmayanı iade ettik. Sonuçta yetim hakkı var bu parada. Peygamber efendimiz, 'devlet malı yiyenin cenaze namazını kılmam' diyor. Bu düsturdan yola çıkarak parayı iade ettik"
https://aa.com.tr/tr/yasam/bozkurtta-selzede-kuyumcu-altinlari-bulununca-devletten-aldigi-750-bin-lirayi-iade-etti/2369624
İskender Kopuz, 26 bin lirayı iade ettiğini öğrenen bazı komşularının kendisini tebrik ettiğini, bazılarının da ''niye almadın, devlet verdi ise hakkındır'' şeklinde tepki gösterdiklerini anlattı.
Kopuz'un işe Nuran Kopuz ise eşinin doğrusunu yaptığını ifade ederek, ''Biz hak yemekten korkuyoruz. Para hakkımız değildi. Bazı komşularımız 'niye almadınız' diye tepki gösterdi. Ama biz hak yemekten korktuğumuz için almadık. İyi de yaptık'' dedi.
Hayati Koşar, kendi hesabına yanlışlıkla yatırılan 50 bin liranın sahibini bularak parayı iade etti. Koşar, "Bu para bize yanlışlıkla yatırılmış. Bizim için haram paradır. Hak edilmeyen, alın teri dökülmeden kazanılan parayı alamam. Maddi durumun kötü olsa bile bu paraya asla el sürmem." diyerek parayı iade etmekten büyük huzur duyduğunu söyledi.
"SORU: Benim dükkânım vardı ve binlerce müşteriye kazık attım. Şimdi çok pişmanım binlerce kişiyle helalleşmem mümkün değil kahroluyorum cennetten ümidimi keseceğim neredeyse. Ne yapacağım, bunalımdayım. Ne olur bir ümit verin hocam saygılar."
Mübarek balık severlerdi. Fakat eve balık geldiğini öğrendiklerinde nasıl geldiğini incelerdi. Bu benim dikkatimi çekti veya Allah gönlüme ilham etti. Anladım ki efendimiz, balık oltayla tutulduğu zaman yemiyorlar.
Kepçeyle veya ağ ile tutulanı yiyorlar. Oltanın ucuna takılan yemle balık kandırılmış oluyor. Bu, balığı aldatmaya giriyor. Bunu kendisine arzettiğim zaman gülümsediler. Balığın yumurtlama zamanına da dikkat edilmesini tembih buyururlardı.
Üçüncü sayfa haberleri bile, yarı çıplak veya örtülü çıplak tiplerin vukuatlarıyla tıkabasa doluyken, cidden tesettürlü bir hanıma pek rastlayamazsınız. Meselâ, kocasını aldatmaya yeltenen veya gömlek değiştirir gibi sevgili değiştiren adam gibi örtülü bir hanım hemen hiç görülmemiştir.
Hattâ, yiğidi öldür ama hakkını yeme; kesinlikle kabullenilemeyecek pek çok vukuat ve çelişkisine rağmen, malûm zâtın bile İslâm karşıtı malûm siyasîler gibi düşük karılarla gizli kasetleri ortaya çıkmamıştır.

- "Valla namaza niyaza ayıracak hiç vaktim yok; çalışmak da ibadet demiyor musunuz zaten."

Ömrü ve çalışma kudretini bahşeden Allah'ı hatırlamadan ve umursamadan, sırf nefs için çalışmak ömür sermayesini bir hiç uğruna heba etmek sayılır halbuki. Ancak, O'nun adıyla ve helal rızık kazanma gayesiyle olursa o zaman başka. Hattâ, müslümanın boşa gidecek tek bir saniyesi bile yoktur; güzel bir niyetle ve sünnete uyarak yemek, içmek ve tuvalete gitmek bile ibadetten sayılır.
Üstelik, beş vakit farz namaz günde bir saat kadar zaman alır ancak. Yirmidört saatten yirmiüçünü ebedî hayat için ayırmak daha mantıklı iken, sadece bir saatçik istemesi de fazl-u kereminden olsa gerektir...
"Sonra bunların ardından artık namazı kılmayan ve nefsânî arzulara uyan bir nesil geldi. Bunlar elbette azgınlıklarının cezasını bulacaklardır." (Meryem - 59)

- "Peki neden farklı müslüman grupların söylemleri birbirini tutmuyor ve sürekli birbirleriyle didişiyorlar?"

1- Beşerden nice bilgelerin derin anlamlar ihtiva eden vecîzelerine bile sayfalarca şerhler düşülüyorken, koskoca Allah'ın kelâmı, dümdüz okunup geçilecek tek boyutlu harc-ı âlem metinler gibi olabilir mi hiç bir düşünün... "Sonsuz"un kelâmından anlaşılacak mânâların da elbet bir sonu olamaz ve her mümin marifet kabının derinliğince O'ndan istifade edebilir ancak.
"Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri birer mânâya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor."
Yani, her bir marifetullah yolcusu, kendi bilinç basamağının bir altının âlimi, bir üstünün ise câhili sayılır:
"...biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır." (Yûsuf - 76)
Tevhid, imanın altı, İslâm'ın beş şartı ise "muttefekun aleyh"tir; "yalan söylemek sevaptır", "zinâ etmek câizdir" veya "kumar oynamak faziletlidir" diyen doğru düzgün bir müslüman hiç görülmemiştir.
2- Allah, mutlak varlık ve her şeyden beri olduğu hâlde, esmâlarını tecelli ettirmek için mahlûkatı yaratmıştır. Tecellilerinin en kapsamlı aynası ve muhatabı da, mahlûkatın en şereflisi ve halife-i ruyi zemin olarak yarattığı insandır. Hakikat ise, itikat (bâtın) ve amel (zahir); varoluş da zaman ve zemin olmak üzere iki boyutludur. Hakikat, geçen zamanla birlikte tahkîken, kayan zeminle birlikte amelen kısmen farklı tezahür veya sirayet etmektedir. "Hak yol" diye bildiğimiz de, mutlak hakikatin zamansal ve zeminsel yolculuğundan başka bir şey olmasa gerektir. Adem Aleyhisselâm'dan beri bu yolun istikâmetinde hiçbir sapma olmadığı hâlde, zamanla yolda oluşan çatlakları izâle etmek ve kayan zeminin oynattığı taşları tekrar yerine oturtmak için yeni Peygamberler vazifelendirilmiştir. Hattâ, aynı zamanda farklı Peygamberlerin tebliğde bulunmasının hikmeti de işbu zemin farklılığı olsa gerektir. İnsanlığın, vahşetten medeniyete doğru aşama aşama tekâmülü neticesinde en mütekâmil ve kuşatıcı din Son Peygamber vasıtasıyla tebliğ edilmiş olsa da, zaman geçmeye ve zemin bir ölçüde kaymaya yine devam etmektedir. Öyleyse, zaman geçtikçe anlayışların, zemin değiştikçe pratiklerin kısmen de olsa güncellenmesi yine kaçınılmazdır ve son aşamada fikrî güncelleme vazifesi müceddidlere, fıkhî güncelleme vazifesi ise müçtehidlere düşmektedir. Nitekim, içtihad kapısı da kıyamete kadar açıktır aslında ama bu çağda ehli bulunamadığından lâyıkıyla yapılamamıştır.
Bu minvalde müceddidler, kendi zamanlarının îcab ve ihtiyaçlarına göre Kuran'ı güzelce tevil etmişler, çağımızdaki fen ve felsefe kaynaklı güncel tereddüt ve itirazlara muknî cevaplar veren Risaleler de bunun için "yazdırılmıştır". Kısacası, yeni bir dinle birlikte büyük güncellemeler Peygamberlerin, son dinin içindeki küçük güncellemeler ise Peygamberimizin itikadî ve/veya amelî Vârislerinin vesilesiyle yapılmaktadır denilebilir ki, "Son Peygamberin Son Vârisini" hâlâ bin yıllık, beşyüz yıllık eser ve metodlarla oyalandıkları için bir türlü anlamayanlar, bir mânâda câhiliye ölümü ile ölebilirler Allah korusun: 
"Her kim bîr eli itaatten çıkarırsa, kıyamet günü hiçbîr hücceti/delili olmadığı hâlde Allah'ın huzuruna çıkar. Ve her kim boynunda bir bîat olmadığı hâlde ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür.” 
(Müslim, İmare, 58)
"Dünle beraber gitti cancağzım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım..."
"Hz. Mevlana, benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. Mevlana zamanında gelseydim, Mesnevi'yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır."
"Efendiler! Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belâya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır." 
"Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım."
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır."
3- Şehirlerde ve kırsal bölgelerde yaşayan müslümanların yaşam tarzları birbirlerine pek benzemediği için, esasâttan sayılmayan bazı amelî hükümleri kısmen farklı olabilir... Meselâ, şâfi mezhebine göre erkeğe bir kadın eli değdiğinde abdesti bozulur. Genellikle kırsal kesimde yaşayan şafilere, "ıssız tarlalarda yabancı kadınlara yanaşıp da zinâya düşme sakın" gibi büyük bir ihtar yapılmaktadır bu içtihadın altında aslında. Genellikle kalabalık şehirlerde yaşayan hanefiler için tenhalarda nâmahremlerle yakınlaşma riski pek olmadığından, böylesi bir önleyici tedbire gerek yoktur. Yani, küçük içtihadların hükümleri altında böyle büyük hikmetler gizlidir ki, bu açıdan ümmetin ihtilafı da rahmet sayılır.
4- Değişen zaman ve şartlara göre, İslâmiyet'in hayata tatbik edilmesi bir kulluk vazifesi olduğu halde, imtihan dünyasınını gereği olarak önümüze "motamot ve hazırlop bir şema" koyulmamış, ipuçlarından yola çıkarak nasıl bir yol izleneceğine dair müminlerin kafa yorması ve daha doğru veya en güzel metodu bulmaya yönelik dinamik bir çaba içinde olması beklenmektedir: 
"İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır." (Necm - 39) 
Dolaysıyla, işi sen-ben kavgasına dönüştürmeyen, ana eksenden sapmayan ve işi sulandırmayan fikir yürütmeler hep gereklidir:
"Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velîleridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir." (Tevbe - 71)
5- Arkasında kimlerin gizlendiği belli olmayan Işid gibi şaibeli nevzuhur yapılar da Peygamberimizin sözlerinin doğruluğunu ispatlamaktadır aslında:
“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)
Bütün ailenizi katledenler ve ülkenizi harabeye çevirenler şöyle dursun, üç-beş kuruşunu çalıp çırpan birinin bile en azından hapislerde çürümesini istemeyen kaç kişi çıkar bir düşünün... "Allahuekber diyerek birbirlerini öldürenler", ya can havliyle manipüle edilip galeyana getirilmiş iptidai câhil bedevîler veya öteden beri İslâmiyet'i barbarlık olarak lanse etmeye çalışan işgalci zâlimlerin ve belki siyonistlerin ajanlarıdır ki, selefîlik taslayan örgütlerin İsrail'e hemen hiçbir saldırısı da olmamıştır zaten. "Her sakallı müslümandır" diyemeyeceğimize veya kalbleri okuyamayacağımıza göre (basiretli bir müminin kimin ne olduğu hissetmesi ise ayrı bir konudur), meşru bir gerekçe olmaksızın katliamlara ve muhtelif zulümlere yeltenenler, kim olurlarsa olsunlar ve ne derlerse desinler kendinizi savunmanızda ve cânîleri bertaraf etmenizde de hiçbir beis yoktur:
"Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse aralarını adaletle düzeltin ve adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever." (Hucurât - 9)

- "Atmış-yetmiş senelik kısacık bir hayat sonunda ebedî cehenneme sürülmek çok büyük bir zulüm değil mi peki?"

Ufacık bir iyiliğinizin dokunduğu biri bile size küfür edip dalga geçmeye kalksa, hemen yok etmek isterdiniz muhtemelen... Nitekim, "seni takmıyorum ulan!" diyerek bir ânda komutanını katleden bir âsî veya devlete baş kaldıran bir eşkiya bile ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılırken; sonsuz bir hiçlikten var olmak en başta olmak üzere, nihayetsiz nimetlerini bahşeden o Sonsuz Kudret'i ve varlığının atomlar adedince delillerini havsalasında bir anlamda öldüren bir "manevî terörist veya hain", hafifçe kulağı çekilip serbest bırakılabilir mi hiç:
"İnsan, bizim, kendisini az bir sudan yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir." (Yâsîn - 77)
Üstelik bir kâfir, sahipsizlikle veya bir mânâda piçlikle itham ve tahkir ederek bütün mahlûkatın hukukuna da tecavüz etmekte ve cürmünü âdeta sonsuza katlamaktadır.
"Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye rivâyet-i sahiha vardır."
Yani, aslolan suçun niteliği ve vehametidir; ne kadar sürede işlendiğinin cezaya pek bir etkisi yoktur. Ayrıca, "Yaradanına hesap sorma hakkını zavallı yaratıkları nereden bulabilir?" demezler mi adama; farz-ı muhâl zâlim olsaydı, en seçkin ve itaatkâr kullarını bile sorgusuz sualsiz cehenneme atardı da hiçbiri gıkını bile çıkaramazdı.
"Ve onlar orada, “Rabbimiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan tamamen başka, iyi işler yapalım” diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Üstelik size uyarıcı da gelmişti. Şimdi tadın bakalım! Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur!" (Fâtır - 37)

- "Madem sonunda cehenneme gideceğimi biliyor, öyleyse niye ibadet etmeliyim?"

"Suriye Ortadoğunun en güvenilir ve oturmuş ülkelerinden biri, bu gösteriler kesinlikle bir iç savaşa dönüşmez rahat olun" (Hüsnü Mahalli)
"Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir" demişler ve "su testisi su yolunda kırılır" diye de eklemişler halbuki... Meselâ, yoğun akan trafikte patlak frenle son sürat yol alan bir otomobil veya makas atıp duran bir dingil için, "bak şimdi kaza yapacak!" dememizden az sonra gerçekten takla atmaya başlasaydı, biz söylediğimiz için mi takla atmış olurdu yoksa? 
Meteoroloji uzmanlarının hava tahminleri, insaf sarrafı denilen kimselerin bir bakışta adam teşhisleri, tecrübeli öğretmenlerin öğrencilerinin sınav performanslarına dair öngörüleri ve basiretli müslümanların geleceğe dönük analizleri bile genellikle tam isabetle tutuyorken, tüm zamanı ve içindekileri yaratan herkesin sonunu önceden nasıl bilemezmiş...
“Altınızdaki zemin sessizce ve sinsice kazılmakta ve oyulmaktadır” diye yazmışım. Çok açık ve seçik bir uyarıda bulunmuşum. Bu uyarı maalesef duyulmamış ve dikkate alınmamıştır."
"Böyle bir vaka var, böyle bir olay var, bu adamlar devleti ele geçirdi, bir takım operasyonlar yapıyorlar, bunun gideceği istikamet çok net belli... Bu çok vahim bir netice uyandırabilir, tedbir alın, çare üretin, bir şey yapın..."
10- Günübirlik yaşarlar, maziyi bilmezler, istikbali tahmin edemezler.
Hattâ Bediüzzaman gibi çok üstün bir âlim ve ârif, kıyamet tarihine dair tahminlerde bile bulunmuştur:
"Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir."
Zamanı yaratan, zamanla mukayyet olabilir mi hiç bir düşünün... "Geçmişi, şimdiyi ve geleceği kuşatan ezelî ilmi" ile her şeyi bilmesi, insanların niyet ve iradelerine müdahale ettiği anlamına gelmez ve herkes bu noktada özgür olduğunu hisseder. Öyleyse, "El-Âlim" olan Allah'ı, tıpkı kendileri gibi -haşa- daha gözünün önündekileri bile doğru düzgün seçemeyen şaşkın bir mahlûk zannetmekten kaynaklı gülünç sorulardan biri de şüphesiz budur.
"Ateşin karşısında durdurulup da, 'Ah, keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak' dedikleri vakit bir görsen!" (En’âm - 27)
"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Fakat onlar, yalancılıkla itham edilmelerine ve eziyete uğramalarına rağmen sabrettiler; sonunda yardımımız onlara yetişti..." (En’âm - 34)
"Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur."
(Ahmet Amiş Efendi)

- "Kuran, 'dövün' diyerek kadınları resmen aşağılamaktadır."

Ceza ve yaptırımın olmadığı bir düzen nerede görülmüş acaba? Ailesini koruyup kollayabilme, gerektiğinde güç kullanabilme, dirayetli olma ve duygularına kolayca yenilmeme gibi fıtrî vasıflarından dolayı ailenin idaresi vazifesi erkeklerin omzuna yüklenmiştir. İdarecilik ise ağır bir sorumluluktur ve adaleti gözetmeyi gerektirir, adalet de suç işleyenleri cezalandırmayı... 
Âdil bir idareci tarafından dirlik ve düzeni sağlanmayan her yapı sonunda muhakkak çökecektir.
Meselâ, lüzumsuz ve keyfî harcamalarla aile ekonomisini çökerten, ele güne karşı hareketlerine dikkat etmeyen ve hep o yakınıp durduğunuz türlü türlü şımarıklarla adam gibi geçinmeyi zorlaştıran serkeş kadınların yollarına güller mi dökülmeliydi yoksa? Kadının ilk yanlışında hemen mahkeme kapılarına koşarak o günâhsız yavruları perişan etmektense, hafifçe sarsarak şöyle bir kendine getirmenin ne zararı varmış?
Hem dikkatle bir inceleyin bakalım, kadın cinayetleri işleyenlerin içinde bir tek gerçek dindar adam var mıymış...
"O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever." (Âl-i İmrân - 134)

- "El kesmek ve recm gibi had cezaları da vahşettir."

"katiller o kadar da rahatlar ki.. adliyeye giderken sırıtarak, öyle çekme böyle çek diyorlar.
biliyorlar müebbet bile yeseler maksimum 10 sene yatacaklarını.
bakın bu böyle olmayacak. can, mal ve namus güvenliği kalmadı bu ülkede.
bu tür sapık canavarların hapiste yiyip, içip, yatarak rehabilite olabileceğini sanan ağır saftır.
istisna vakalar hariç kasten adam öldüren herkes idam edilmeli.."

https://eksisozluk.com/entry/117722931
"bunu yapan ve böyle ifade eden bir şahsı toplum önünde, yüzlerce kez bıçaklayarak öldüreceksin. bak bakalım suç oranları nasıl düşüyor."
https://eksisozluk.com/entry/131685640
"bu memlekete uyuşturucuyu sokan, taşıyan kim varsa kör testereyle doğranmalı."
https://eksisozluk.com/entry/140265558
"bunun gibi caniler yakılarak öldürümelidir. hiç yargılama ile uğraşılmasın."
"ben bu o.ç'nun paralarımla vergilerimizle beslenmesini bakılmasını istemiyorum. bunu ya kurşuna dizin ya asın gerekirse acı çeksin önemli değil.
keşke izlemeseydim bu nedir ya? idam referandumu vs gelse ben artık onay veririm."
"bulunması çok kolay bir orospu evladıdır. maske takmasına rağmen eşkali açık şekilde belli. bulunduktan sonra polislerin döve döve öldürmesini dilediğim piçtir. böyle orospu çocuklarının sokaklarda rahat rahat dolaşmasının sorumluları da öldürülsün."
"canlı yayında yakılması taraftarıyım. artık s...r insanlığı."
https://eksisozluk.com/entry/131145426
"yakarak öldürmek gerekiyor bunu. kanuni usül hazır edilsin şahsen bedavaya yaparım."
https://eksisozluk.com/entry/109137314
"böyle şeyleri gördükçe allah'a inanmak istiyorum, gerçekten varolmasını istiyorum. umarım yüce bir yaratıcı vardır da bu şerefsize cehennemin en sıcak yerini ayırır."
https://eksisozluk.com/entry/100299108
"ne yazık ki ateistim ama cehennem diye bir yerin olmasını çok arzu ederdim şöyle ateşler içinde.""keşke cehennem diye bir yer vardır. insanlar aşağılık olma konusunda daha ne kadar dip yapacak ! sürekli dibin dibini görüyoruz."Hemen de nasıl "şeriatçı" oluverdiler bak, hattâ ışid militanlarını bile nasıl geçtiler... İnançsız olsa bile çocuğuna tecavüz edip öldüren zâlimin derhal işkenceyle idamını isteyen annelere de şahit olmuşsunuzdur. Laiklerin adaletine zerre kadar güvenmediğinden düşmanlarının cezasını el yordamıyla kesmeye çalışanları da biliyoruz... Karısıyla sevgilisini basıp kendince had cezasını tatbike çalışanlar da üçüncü sayfa haberlerinden hiç eksik olmaz... Hattâ, İslâm'a karşı olduğu hâlde, iktidarını kaybetmemek için hasımlarına o "uyduruk şeriatını" tatbik edenler de mâlûmunuzdur:
"Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir."
Öyleyse, hani şu birkaç dilim baklava çalmaktan dolayı hapse düşen zavallı çocuklara, kökten bozuk bu aşağılık düzenin başlarına açtığı talihsiz hadiselerden dolayı özür dileyip İmam Çağdaş'ta güzel bir tatlı ziyafeti çektirdikten sonra, hepimizin çok iyi bildiği esas büyük hırsız ve hortumculara gerekli "cerrahî operasyonlar" yapılsaydı; cemiyetin kangren olmuş bütün uzuvları bir hamlede kesilip atılsaydı, âdil bir düzende bir araya gelebilmeleri imkânsız olan bütün suç çetelerinin kancık kelleleri ibret-i âlem olarak seng-i ibret taşlarına dizilseydi ve sürekli mâsum hayvanlara zulmeden iki ayaklılar derhal şeytanlarının sıcak kucağına gönderilebilseydi, bir daha karıncayı bile incitmeye cesaret edebilirler miydi sanıyorsunuz? Şeriat ahkâmının çarpık bir şekilde uygulandığı o beğenmediğiniz Arabistan'da bile bizdeki gibi her Allah'ın günü binbir türlü vurgun, soygun, cinayet, ihanetler ve böyle trajikomik hadiseler oluyor mu:
"Yeşilay Kilis Şube Başkanı uyuşturucudan tutuklandı"
Asıl zâlimlere acımanın mazlumlara zulüm olduğunu bile duymadınız mı hiç?
"Ey akıl sahipleri! kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız." (Bakara - 179)
"İran’da bir idam mahkumu son anda infaz edilmekten kurtuldu. Yaşanan ilginç olayda, yedi yıl önce 18 yaşındayken bıçaklanarak öldürülen Abdullah Hüseyinzade’nin annesi, oğlunun katilini idam sehpasında son dakikada affetti ve onu tek bir tokatla cezalandırdı"
Ayrıca eşini boynuzlamak, önüne gelenle düşüp kalkmak, hatta toplu zinâ partileriyle azgınlıkta sınır tanımamak ve kürtaj vahşetine neden olmak sanki çağdaşlığın îcablarından iken, "yavuz hırsız ev sahibini basar" hesabı aşağılık ve vahşi suçlar yerine âdil ve caydırıcı cezaları mahkûm etmeye çalışmak ve haddinden tecavüz ederek had cezalarını kaldırmak, şu "tek dişi kalmış canavar"ın vahşetlerinden biri olsa gerek asıl.
Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina eden birini, kim olursa olsun, dört kazık çakıp kollarından ve bacaklarından bu kazıklara bağlarlar.
Balta ile onu baştan ayağa onu ikiye bölerler. Kadın için de aynı cezayı verirler. Bundan sonra zina eden kadın ve erkeği parçalarından her birini bir ağaca asarlar. 

- "İslâm sadakayı savunur, gelirin âdil dağıtılmasını değil."

Sadaka dedikleri, elden ayaktan düşmüşler, hastalar, sakatlar ve diğer mağdurlar içindir halbuki. Çalışabilir durumda olanların, “insan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.” (Necm - 39) emri üzere emeklerinin karşılığından başka bir şey alma hakları yoktur.
nitekim “artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını ve ücretlerini eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin!” (A'râf - 85) diye emreden bir Allah ile, "işçinin hakkını alınteri kurumadan veriniz" ve “üç kimse, kıyamet gününde beni karşısında bulacaktır: benim adımı kullanarak haksızlık eden, hür bir insanı satıp parasını yiyen ve bir işçiyi çalıştırıp da ona ücretini vermeyen!” diye buyuran vedahî varını yoğunu muhtaçlara infak eden elçisi adil dağıtmıyorsa, hangi bâtıl ideoloji veya kan emici patron âdil dağıtıyordur acep...
“Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.
https://sorularlasaidnursi.com/ustad-bediuzzamanin-yeme-icme-kulturu/?print=print
Ayrıca, emredildiği üzere işçilerinin hakkını ve zekâtını zamanında veren işverenlerde, Kârun gibi aşırı sermaye birikimi de olmaz, elinde sadece meşru ticaretini veya üretimini devam ettirebilecek kadar bir birikim kalır ki, o da girdiği riskin hakkı sayılır. İnsanlar farklı farklı yaradılışa sahip olduklarından, her birinde müteşebbis kafası ve organizasyon yeteneği yoktur. Öyleyse kimi işçi, kimi işveren olmak zorundadır.
Hattâ, "veren el, alan elden üstündür" hadisinde kasdedilen de sadece zenginler değildir; zengin servetini, fakir ekmeğini veya hurmasını bölüşür; azdan veremeyenler çokdan hiç veremez zaten:
"O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever." (Âl-i İmrân - 134) 
Şakik-i Belhi ve İbrahim Ethem arasında geçen bir olay anlatılır. Bir gün Şakik-i Belhi İbrahim Ethem’e sorar: “Geçinme, yeme içme hususunda ne yaparsın? Nedir ilken?” İbrahim Ethem: “Bulursak yeriz, bulmazsak şükrederiz.” der. Şakik-i Belhi: “Belh’in köpekleri de öyle yapar.” deyince İbrahim Ethem: “Ya siz ne yaparsınız?” diye sorar. Şakik-i Belhi: “Bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.” deyiverir.
http://dibace.net/muaz-ergu/sakik-i-belhi-bulursak-dagitiriz-bulamazsak-sukrederiz/
Üstelik mülkün hakikî sahibi Allah'tır; şuurlu veya şuursuzca kim ne veriyorsa ancak O'nun nâmına verebildiği için, hakikatte bir minnet ve eziklik duymak da söz konusu değildir:
"Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki, iki üç sene evvel hergün yarım ekmek -o köyün ekmeği küçüktü- muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.
İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir surette ilân ediyorum, onlar bana bâr değil. Hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım."
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-birinci-mektup/371
"Bendenizin acayip huyları var. Elhamdülillah kendim haram yemem. Aşırı kazançta, bol parada gözüm yoktur. Karnım tok, sırtım pek, başımı sokacağım bir evim var. Küçük bir emekli maaşım, dükkânımdan gelen geçim param. Bunlar bana yetiyor. Evde kedi beslediğim için geçimimde, rızkımda bereket var. Bütün bunlar mutlu olmak için yeterli, lakın ülkemdeki, toplumdaki kötülükler beni derin şekilde rahatsız ediyor. Haram yiyenleri, gayr-i meşru servet edinmek için her kötülüğü yapanları görüyorum, işitiyorum ve çok rahatsız oluyorum. Bana ne diyemiyorum."

- "İslâm çok güzelse neden müslümanların bir çoğu ahlâksız peki?"

Her sakallının ahlâk âbidesi olmadığı, hattâ içlerinde pek çok ahlâk fukarasının olduğu yüzde yüz doğrudur, zîra dilin ucuyla veya taklîden kuru bir kelime-i şehadet getirmekle iman tamam olmamaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin..." (Nisa - 136)
İnsanlar uykudadır ve gaflet uykusundan uyanmaları gayet zordur. Gece gündüz alçak menfaatlerinden başka bir şeyi pek düşünmeyen gayet kötü ve zâlim bir kimse olduğunu içtenlikle itiraf ederek, nefs-i emmâre denilen rûhî bataklıktan veya en düşük farkındalık mertebesinden paçayı sıyırmak için, hassaten Risale-i Nur'ları dikkatle okuyarak kapalı bilinci uyandırmak ve marifetullahta mesafe almak gerekir. 
"Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir." 
Güya hacı hoca olsa bile, nicelerinin ufacık bir haklı tenkidi bile kolay kolay hazmedemediğine ve bir hışımla benzer suçlamaları muhatabına yöneltip kavga çıkardığına sıklıkla şahit olursunuz. Meselâ hemen gözünün önündeki muhtaçları, çaresizleri ve meselâ zavallı sokak hayvanlarını görmezden gelmekle kalmayıp, binbir güçlükle yardıma koşanlara adeta "yavuz hırsız ev sahibini basar" pişkinliğiyle "hasta" veya "deli" dile hırlayan çakallarla doludur ortalık.
"İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâ bir kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor."
Üstelik, bunca kışkırtıcılığın olduğu âhirzamanda ve şeytanın askerlerinin arasında, envaî çeşit davetkâr günahlara karşı dirayetli olmak, "benim" diyenlerin bile altından kolayca kalkabileceği bir iş değildir. Öyleyse, "kaliteli ve dirayetli müslümanlar az, çoğunluğu teşkil eden niteliksiz müslümanlar ise çok günah işlerler" de denilebilir:
"Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir." (Fâtır - 45)
“Bir kul bir günah işler sonra da 'Rabbim! Günahımı affet!' derse, onun Rabbi de şöyle der:
'Demek kulum onu bağışlayan bir rabbinin olduğunu biliyor ve ona yalvarıyor; İşte Ben de onu afettim.' 
Bir süre sonra yine bir günah işler sonra da 'Rabbim! Günahımı affet!' derse, onun Rabbi de yine şöyle der:
'Demek kulum onu bağışlayan bir rabbinin olduğunu biliyor ve ona yalvarıyor; ben de onu afettim.' 
Bir müddet sonra (kul) tekrar bir günah işler sonra da 'Rabbim! Günahımı affet!' derse, onun Rabbi de  yine şöyle der:
‘Demek kulum onu bağışlayan bir rabbinin olduğunu biliyor ve ona yalvarıyor; İşte ben de oınu afettim. Artık dilediğini yapsın (yani: ne kadar günah işlese ardından tövbe istiğfar etse ben onu affederim. Bunu (Allah 'Ben de onu afettim.' cümlesini) üç defa tekrarlıyor.” 
(Buhari, h. no: 7507; Müslim, h.no: 2758)
Belki Allah'ın lütfuyla günahlara hiç tenezzül etmeyen müstesnâ insanlar çıkabilir ama hiçbir müslüman melek değildir:
“Yeryüzünde melek görmek isteyen Sami evladımızın yüzüne baksın. Sami evladımın edebine melekler gıpta ederler. Mahviyeti benden fazladır.”
Peygamberler dışında korunmuş bir kimse de yoktur:
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûsuf - 53)
Yani sû-i misal emsal olmaz; doğru dürüst hiçbir keşfi veya icadı olmayan sözde bilim adamları yüzünden "bilim milim diye bir şey yoktur!" denilemezse; ilimsiz, irfansız ve nefsiyle mücadele edemeyen yüzeysel müslümanlar veya münafıklar yüzünden de kimse İslâmiyet'i suçlayamaz. 
Hattâ, Bediüzzaman Hazretleri dışında, aklen ve ahlâken tam kemâle ermiş "gerçek kâmil insan" diyebileceğim birini bilmiyorum diyebilirim ki, Newton ve Eistein de bir tanedir ve hemen her alanda üstün başarı gösterenler daima azınlıkta kalmamışlar mıdır hep zaten...
"Kıyamet günü Azîz ve Celîl olan Allah:
"Ey Âdem!" diye seslenir. Âdem:
"Ey Rabbim buyur, emrindeyim, bütün hayırlar senin elindedir!" der. Şöyle bir nidada bulunulur:
"Allah sana, cehennem hey'etini çıkarmanı emrediyor!" Âdem sorar:
"Ey Rabbim, cehennem hey'eti ne kadardır?"
"Her binden dokuz yüz doksan dokuzu!"
https://sorularlaislamiyet.com/sizden-bir-kisiye-mukabil-yecuc-ve-mecucten-dokuz-yuz-doksan-dokuz-kisi-cehenneme-girecektir
Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır." dedi.
"Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim."
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/emirdag-lahikasi-ii/69/69
"Askere verilen emir, Dersim’in toptan imhası ve canlı tek bir insan dahi bırakılmamasıydı. Genç-ihtiyar, suçlu-suçsuz, çoluk-çocuk, kadın-erkek ne varsa hepsi imha edilecekti. Bu emir doğrultusunda isyanın bastırılmasında bu en çetin ve zor görev Binbaşı Hulusi Yahyagil’e verilir. Binbaşı Hulusi Yahyagil’in piyade birliği ilerleyecek ardından onlara topçular destek verecekti. Bu görev emrini alan Binbaşı Hulusi Yahyagil inandığı gerçekler ile görevi arasında sıkışıp kalır. Hulusi Yahyagil bu güne kadar isyanı bastırmada olan haksızlıklar ve zulümleri düşündükçe olacaklardan endişe duyar. Bundan kısa zaman önce Dersim’de olanlar vicdanlarda derin yaralar açmıştı. Binbaşı Hulusi Yahyagil yapılan zulmün ahirette hesabının çok ağır olduğunu düşünür ve iki çıkılmaz yolun ortasında kalır. Şunu da iyi bilmektedir ki askerlikte verilen emre mutlaka uyulması gerekir. Diğer taraftan ise yapılacak zulüm, inanç ve düşüncesine aykırıydı. Bu iki şık arasında kalır. Ayrıca böyle bir durumda istifa etmesi de yanlış anlaşılacaktı. Her şeye rağmen ani bir kararla neye mal olursa olsun elini kana bulamamak için istifa etmeye karar verir."
https://yeniasya.com.tr/misbah-eratilla/ibrahim-hulusi-yahyagil-ve-dersim_454670
"Sevenlerine dönüp suikastçiye dokunulmamasını emretti..."
Muhtar'ın mücadele ettiği İtalyan Komutan Graziani, Ömer Muhtar ile tanışmasının ardından şu sözleri sarf etmişti:
"Orta boylarda, iri yapılı, saçı, sakalı ve bıyıkları beyaz, Ömer, atik ve canlı bir zekaya sahipti, dini konularda bilgili, enerji dolu ve çetin bir karaktere sahipti. Özverili ve tavizsizdi. Senusi Hareketi'nin en önde gelen liderleri arasında yer almasına rağmen mütedeyyin ve fakir kalmıştı."
"Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, geçmişte Hâris Muhâsibî, Alâüddîn Attâr ve diğer bâzı Hak dostlarının yaptığı gibi, âileden kalan büyük mîrasa el sürmemiş, hukuk sisteminin değişmesi sebebiyle de o alanda çalışmaya yönelmemiş, maîşetini Adana’da bir kereste ticarethânesinin muhâsebesini tutarak temin etmeye başlamıştır. Bir taraftan da hâl diliyle etrâfını irşâda devam etmiştir."
Ahmet Tomor Hoca gençlik yıllarında bir arkadaşı ile beraber karpuz satıyormuş. Bir gün arkadaşı, Tomor hocaya şöyle demiş:
“Ahmet! Hep görüyorum karpuz satanlar, bir karpuz kesip tezgâha koyuyor, güzel görünsün, dikkat çeksin diye. Biz de en iyilerinden seçip keselim, reklâmımız olur, dikkat çeker.”
Ahmet hoca düşünmüş “Olmaz” demiş ve merakla bakan arkadaşına şöyle izah etmiş: “Sattığımız karpuz kestiğimiz gibi çıkmazsa müşteriyi kandırmış oluruz; kul hakkına gireriz. Dolayısıyla da haram para kazanmış oluruz. Kardeş! Değer mi üç kuruş için, dünya malı için harama girmeye? Allah bereketini de verir, müşteriyi de gönderir.”
Ve böylece karpuz kesilip tezgâha konulmadan satış yapmaya devam ederler.
"Ali Öztaylan Efendi'nin bir gün telefonu çalar. Ali efendi, o her zamanki edebi, inceliğiyle ahizeyi kaldırıp, 'buyurun efendim, emredin' der. karşıdaki ses, yanlışlıkla taksi durağı yerine süt evi’ni aramıştır. Hazret, ona yanıldığını söylememek için, 'hay hay efendim,' der 'emredersiniz. Yalnız adresinizi lütfeder misiniz?' Sonra dışarı çıkar, bir taksi bulur, ücretini verir. 'Bu adresten bu zatı alın, istediği yere götürün.' der."
Şeyh Hatem-i Esam kaddesallahu sırrahu belh meşayihinin ulularından idi. Cüneyt gibi aziz, O'nun hakkında:
- Bu zamanın sıddıkı Hatem-ül Esam'dır demiştir. Tasnifleri vardır. Mubarek kulağı sağır değildi. Fakat Hatem-i Esam dediklerinin sebebi: Birgün ona birşey sormağa bir kadın geldi. konuşurken kaza ile o avretin yeli uçtu. Hatem kendini işitmeze verdi:
- Yüksek söyle, kulağım ağırdır, işitmiyorum dedi. Ta ki o kadın hacil olup utanmasın diye yaşadığı onbeş yıl müddet içinde Hatem kendisini sağır hesabına koydu. Kadın ahirete intikal ettikten sonra bunu devam ettirmeğe lüzum görmedi. Ona sağır demelerinin sebebi bu idi.

https://tezkiretulevliya.net/21-hatemiesam.html
"Hayvanlara bile sonsuz şefkat beslerdi. Hemedan’dan aldığı hardal tohumuna birkaç karıncanın karışarak bistâm’a geldiğini görünce karıncaları Hemedan’a götürüp eski yerine bıraktığı rivayet edilir."
https://islamansiklopedisi.org.tr/bayezid-i-bistami
Üstad yazdığı mektupları, Risale-i Nurları kibrit kutusuna koyarak pencereden ağabeylere atarmış, ya da babam gibi yanına girip çıkan güvendiği kişilerle talebelerine ulaştırıyormuş. Zaman zaman iki beyaz fare geliyormuş, Üstad onlara şefkat gösteriyor, yiyecek veriyormuş. Babam Üstadın yanında iken yine iki beyaz fare gelmiş. Üstad bu sıra hapiste “Elhüccetü’z-Zehra” (Onbeşinci Şuâ) Risalesini yazmaktadır. Fareler gelmişler, elindeki kaleme sürtünmüşler. Üstad farelerin kulaklarına kalemi hafiften vurarak “Bunlar da benim gibi ihtiyar, ben bunları besliyorum” derken evcil hayvanlar gibi fareler kulaklarını kısıyor, nazlanıyorlarmış.
Üstadın yazdığı küçük kâğıdı birden iki fare tutarak alıp götürmüşler. Bir iki dakika sonra Üstadın bulunduğu odaya baskın ve arama yapılmış. Hiçbir şey bulamamışlar. Bir müddet sonra fareler kâğıdı tekrar geri getirip bırakmışlar.
Daha sonra Üstad cezaevinden çıkarken farelere kantinden yiyecek alması için babama bir miktar para bırakmış. Babam da cezaevinden çıkarken Sülümenlili müebbet mahkûmu bir arkadaşına kalan parayı farelere yiyecek almaya devam etmesi için bırakmış. O arkadaşı, mahkûmiyeti boyunca her gün farelere yiyecek vermiş. Paranın son kuruşuyla ekmek almaya giderken, kendisinin Yargıtay’dan temyizden beraat kararının geldiğini öğrenmiş. Paranın bittiği gün, mahkûmiyeti de bitmiş, hapisten çıkmış.
Ben tenekeciyim ya, bir gün Bediüzzaman’ın çay kaşığı kırılmış, baktım Zübeyir geldi. “Üstad’ın selamı var bunu yapıver” dedi. Bakır, teneke, altın lehim tutar da alüminyum lehim tutmaz. Denedim lehim tutmuyor… Gittim o kaşık gibi yüz paraya bakkaldan bir çay kaşığı aldım. “Bunu götürün Üstad’a verin” dedim. Üstad bakmış “Bu benim kaşık değil, ben kendi kaşığımı istiyorum” demiş. Bu sefer Ceylan geldi “Üstad bunu istemiyor kendi kaşığını istiyor” dedi. Ben ocağı yaktım, tenekeden bir bilezik yaptım, kendi kaşığına sıkıca geçirdim. “Hah tamam bu kaşık bana yirmi beş senedir hizmet ediyor” demiş Üstad. Şimdiki zamanda adam bugün yiyor, yarın başkasıyla yiyor, hâlbuki israf haram… 
”Gazali'nin vefatından sonra ahbaplarından bir zat Gazali’yi rüyasında görmüş. Cenab-ı Hakkın rızasını nasıl kazandığını sormuş. İmam-ı Gazalî: Bu kadar sene ibadet ettim, bu kadar kitap yazdım, bunlardan hiç biri fayda vermedi. Ancak bir gün kitap yazarken kalemimin ucuna bir sinek kondu. Ben de o sinek rızkını o mürekkepten alsın diye kalemimi şöylece tutup hiç hareket ettirmedim. Bu sebepten dolayı vuslata nail oldum dedi.” 
Münir Bey’in sağ eli geceleri ışık yayardı bir fener gibi. Bu hassasına nasıl sahip olduğunu şöyle anlatmıştı: “Bir gün salgın hastalık başlayan bir köyden çağırırlar. Gider. O sırada tuvalet ihtiyacı olur. Köy tuvaletlerini bilirsiniz, dışardadır çoğu, yerden biraz yüksekçedir. Münir Bey girer, bakar bir sinek kuburun içinde çırpınıp duruyor. Bir an bile tereddüt göstermeden elini kuburdan içeri sokar ve sineği oradan kurtarır. Sinek elinden havalanır, uçar gider. “O günden sonra kubura soktuğum sağ elim karanlıkta fener vazifesi görüyor.” derdi.
Son olarak birlikte çalıştığımız günlerden şahit olduğum dürüstlük örneklerinden birini anlatarak yazımı noktalamak istiyorum: Bir gün dükkâna fakir olduğu besbelli, yaşlı bir kadın gelmişti. Elinde satmak istediği el yazması bir kitap vardı. Ancak kadın öyle zor durumda olmalıydı ki eline bir yüz lira sıkıştırsanız kitabı hemen oracıkta verebilirdi. Şevket bey kadına kaç lira istiyorsun diye bile sormadı. Kitaba şöyle bir göz gezdirdi ve “Bu kitabın fiyatını bilmiyorum. Sen birkaç gün sonra gel sana değerini söyleyeyim” dedi.
Bu arada kadıncağızın hâline çok acımış, kimseye fark ettirmemeye çalışarak eline para sıkıştırmıştı. Sonra kitabı tanıdığı kitap kurdu bir uzmana yolladı. Şu anda kitabın ne ismini ne de müellifini hatırlıyorum, fakat kitap ikinci el bir otomobil alacak kadar değerli bir kitap çıktı. (Bugünkü parayla yaklaşık 25 bin lira.)
Şevket bey bu kitabı kadından hiç pazarlık etmeden tam o fiyata aldı. Ancak peşin parası olmadığı için kadınla her ay taksitle ödemek üzere anlaştı. Kadıncağızın sevincini o an görmeliydiniz…
"5 ay çalıştım yanında. 3 kitap tercüme ettim. Gazetelerden o günün parası ile 2 bin 500 TL alırken, o 5 bin TL verdi yarım gün için. Bürosunun anahtarını da güvenle teslim etti bu süre zarfında."
20. Gerçek hizmetkarların faziletlerini, düşmanları bile takdir eder. Onlara herkes güvenir.

- "Gâvurlar diye aşağıladıklarınız, sürekli yeni icatlar ve uzay keşifleri yaparak insanlığa hizmet etmiyorlar mı sanki?"

Her şeyi, anlamsız, başıboş ve tesadüfî zanneden dinsizlerin çok meraklı olması anlaşılabilir elbet ama miraçta "yedi göğün Rabbi"nin huzuruna yükselen bir Peygamberin ümmeti için, alt katlarda meraka değer daha ne olabilir ki? Müslümanlar için uzay keşifleri yapmak, "faydasız ilim" veya ömrü boşa harcamak bile sayılabilir pekâlâ: 
"Kendisini ilgilendirmeyen / lüzumsuz işleri terketmesi, kişinin iyi Müslüman olduğunun göstergesidir.” (Tirmizi, Zühd, 11)
"Bununla beraber, meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ 'Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?' ve 'Amerika tavukları ne kadardır?' gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!"
Bununla birlikte bilimsel araştırmaların vesilesiyle Allah'ın sanatının inceliklerini kavramak marifetullahtır; insanlara faydalı olmak da ibadetten sayılır zaten:
“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Mağâzî, 35)
Üstelik, devasâ betonarme yapılar, asfalt yollar, tüneller, barajlar, hidroelektrik santraller, nükleer tesisler, kimyasal silahlar ve kana bile karışabilen mikroplastiklerle güzelim tabiatı tahrib edip insan sağlığının içine eden, empoze ettiği ne varsa havada kapmaya hazır şuursuz ve taklitçi kitleleri adeta "teknomanyak" hâline getiren bir düzenin çıkardığı icatların hizmete mi, yoksa hezimete mi neden olduğunu batılı filozoflar bile kendi aralarında tartışıp durmaktadır hâlen...
"Teknoloji düşünce gücümüzü zayıflatır, sosyal hayattan koparır, hayal kurmayı, sanatsal aktiviteyi, sosyalliği ve kıvrak zekayı kontrol altında tutan sağ beyni pasifize eder. Bundan dolayı gençlerin düşünce gücü azalır, kelime hazinesi azaldığı için konuşma akıcı olmaz. Bunun yanında teknolojik aletlerin yaydığı ışınlar, beyin hücrelerine ve emirleri kasa götüren ve kas hareketini sağlayan sinirlere zarar verir. Hareketle ilgili bu hasara aksonal hasar denir."
“Erek Dağı’nda iken, kış mevsimi yaklaşıyordu. Eski harabe kilise de kışın kalmak zor olacaktı. Belki de mümkün olmayacaktı. Üstâd bize emretti, toprak içinden mağara gibi bir yer kazmak suretiyle bir barınak yapalım dedi. Yerini de bize gösterdi. Eski harabe kilisenin karşı yamacında bir yerde… Biz kazmaya başladık, toprak altından çok karıncalar çıkıyordu, yuvaları imiş meğer. Üstâd geldi, baktı, gördü: ‘Bu karıncaları rahatsız etmeye hakkımız yok. Bir evi yapalım derken, diğer bir evi yıkmak olmaz.’ dedi ve bizi men’ etti. Başka bir yer kazmamızı emretti. Burada da yine karıncalar toprak altından çıktı. Üstâd yine gördü, bırakın dedi. Bir başka yere gidelim… Bu defa üçüncü bir yer kazmaya başladık, yine karıncalar çıkıyordu. Arkadaşım dedi: ‘Şimdi yine Seyda gelir, bizi men’eder. O buraya geleceği zaman, biz toprağı karıştıralım, geldiğinde karıncalar görünmesin ki, bu işi bitirelim. Yoksa bizi akşama kadar yer yer gezdirir.” 
"İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını onlara tattıracaktır." (Rûm - 41)

- "Günümüzde Şeriat Kanunları değil, evrensel değerler geçerlidir."

Şortla mortla gezenlere, "aa, bu kadar da olmaz ama!" diye çıkışan laik kadınlar bile çıkıyor değil mi... Nitekim, dinsizlerin kimisine göre mini etek, kimisine göre bikini; kimisine göre tanga bile "caiz"; hattâ nudistlere göre hiç olmasa daha iyi!
Daha koministlerin, faşistlerin, sağcıların ve solcuların birbirlerini yemelerine gelmeden her kafadan ayrı bir ses çıktı ve daha etek veya külot boyunda bile bir türlü anlaşamadınız bak:
"Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?" (Furkân - 43)

- "Dincilik gericiliktir!"

Hava aynı hava, su aynı su, toprak aynı toprak, dünya aynı dünya, güneş aynı güneş, doğum aynı doğum, ömür üç günlük aynı ömür, ölüm ağzımızın tadını kaçıran aynı ölüm... İman ve küfür, sevap ve günah, iyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, doğruluk ve yalancılık, suç ve ceza, savaş ve barış, Adem Peygamber'den beri özünde hep aynı iken, zamanla hakikati ve mahiyeti büsbütün değişen tek bir şey bulabilir miyiz?
"Sana ancak, senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir. Hiç şüphesiz senin Rabbin hem bağışlama sahibidir, hem de elem dolu bir azap sahibidir." (Fussilet - 43)
Dünyaya kazık kakmaya çalışanlardan sonu farklı olan biri varsa söyleyin de bilelim?
"De ki: 'Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.' Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdi." (Rûm - 42)
Uzay çağında, metal kılıç yerine ışın kılıcıyla işlenen cinayetlere ceza indirimi mi yapılacak meselâ? At arabasından inip uçan arabaya binince bir anda trafik kuralları tarihe karışacak ve alkollü araç kullanma yasağı sonsuza dek rafa mı kaldırılacak acaba? Nükleer silahlar veya robot savaşçılarla kitlesel katliamların gittikçe kolaylaşması mı daha ilerici hissettiriyor seni yoksa? 
Hem bu din sana "uzay eriği haramdır yiyemezsin!" veya "uçan araba şeytan icadıdır binemezsin!" mi dedi de bu kadar korkuyorsun? Yoksa, "Hacı Murat veya yıldız gemisi Atılgan farketmez; külüstür aracına pasta cila çekip ikinci el galaktik pazarda sıfır fiyatına kakalamaya kalkma" veya "uzay yolundan emniyet yörüngesine fütursuzca dalarak astronotları sakın boşluğa savurma" mı?.. Hattâ, "nasılsa uzay anasını satayım!" diye, bulduğun her boşluğu roket enkazları ile doldurarak "uzaylı dostlarımızın" yaşam alanlarının içine etmemen gerektiğini anlayamıyor musun?
"Tüm bu işe yaramayan cisimler, roket parçaları, ölü uydular, yakıt tankları ve uzay aracı artıkları, günümüzde Dünya çevresinde dolanan bir çeşit hurda yığını oluşturdular. Bugün uzay araştırmaları tüm hızıyla sürüyor. Yörüngedeki bu hurda yığını da ne yazık ki giderek büyüyor."
Üstelik, artık yeni bir Peygamber gönderilmeyecek olsa da, müceddid denilen Peygamber Vârislerince ezelî hakikatlerin gelecek zamanlara bakan açılımlarının yapılacağını ve bir mânâda bu dinin kıyamete kadar yenileneceğini sen nerden bileceksin:
"Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir."
“Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar."

- "İyi de, varmış veya yokmuş banane yahu!"

İman esasları birbirleriyle zincirlidir; her biri diğerini de iktiza ve ispat eder. Yani bir kimse, "Allah var ise, bu dünya hayatının ve insanın yaradılışının bir mânâsı, gayesi ve imtihan olmalı elbet; imtihan var ise sonunda hesap günü, ceza ve daha ötesi rızasından uzak kalma tehlikesi de muhakkak vardır" gerçeğini algılayamayacak kadar ağır ahmak olamaz diyemeyiz, sadece işine gelmediğinden topu taca atmaya çalışıyordur:
"İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder." (Kıyâme - 36)
Şu üç beş günlük dünya hayatında, maksimum menfaat odaklı ve fiilen pragmatist yaşayan ateistlerin, samimiyetle gerçeği aramak ve hakikati bulmaya çalışmak gibi bir dertlerinin olduğunu kim söyleyebilir? Meselâ hangisi, "zaaflarımın ve nefsimin, yani dinin yükünü taşımanın hiç işime gelmemesinin vedahî içki, zinâ, faiz geliri, vesaireden mahrum kalma endişesinin şu inkârcılığıma zerre kadar etkisi olmamıştır" diyebilir? 
"Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır."
Nefs terbiyesinden geçmemiş her bir ademoğlunun, "köfte kokusu"nu aldığı her yere hemen nasıl üşüştüğünü görmüyor muyuz sanki; "kendini gösterse bile inanmam!" demenin ardındaki temel itkiyi başka neye bağlayabilirsiniz ki yahu?
"Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye’se düşer. Böyle bir me’yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."

- "Hepsi masal bunların!"

Eğer şöyle bir dönüp de kendilerine samimiyetle bir bakabilseler, "aa, tıpkı ben!.." diye çığlık attıktan sonra gözyaşları içinde dövünerek iman etmekten başka bir çare bulabilirler miydi sanıyorsunuz... Öyleyse gelin, "1400 küsür yıllık Kuran mucizesi"ni tekrar bir hatırlayalım:
"Kendisine âyetlerimiz okunduğunda: 'eskilerin masalları' der." (Kalem - 15)
"1400 senelik bir masala inanacak kadar şuurumu kaybetmedim..."
"radikal dinciler (yahudi, müslüman, hristiyan farketmez) hastalığı en uçlarda yaşayan şizofrenlerden bile daha tehlikelidir. bunca gelişime, teknolojiye, bilime rağmen insanların masallara inanıyor olması ve bu uğurda masum insanları öldürmesi mantıkla, akılla açıklanabilecek bir şey değil."
"atlayın la eşikten büyük ferahlık, çamaşırsız pantolon giymek gibi efil efil böyle :) sizi din masalıyla kandırmalarına izin vermeyin kardeşim."
https://eksisozluk1923.com/entry/140005091
"çöl masallarıyla uyutulan, tek derdi karnını doyurmak olan, yabancı dil bilmeyen vizyonu dar, en son okuduğu kitap ilkokul öğretmeninin baskısıyla kaşağı olan, fikri kıt, aklı kıt insan topluluklarınından yaşadığı evren hakkında görüşe sahip olmalarını beklemek ironidir. onu çıldırtacak olan akşama evine ekmek götürebilecekmiyim korkusudur fazlası değil."
https://eksisozluk1923.com/entry/138744313
"toplumlara masallar, korku öyküleri dizisi"
https://eksisozluk1923.com/entry/132392092
"çocuklara uydurulan masallar."
https://eksisozluk1923.com/entry/138015920
"aslında aklı olup da düşünen herkes her şeyin farkında da; ateistlik veya inançsızlık vicdanı hür ve cesur insanların işidir. masallarla uyutulmaya alışmış, mutlu eden yalanlarla yaşamaya devam eden ezik insanlara göre değildir."
https://eksisozluk1923.com/entry/129108380
" 'neden' diye sormak elbette ki bilimin temel devindiricilerinden biridir. ancak bilim yanıtını bulamadığınız sorulara yanıt olarak masal uydurmanızı salık vermez. 'bilmiyoruz' der geçersiniz."
https://eksisozluk1923.com/entry/136570729
"insanlar artık bu işin masal mitoloji olduğunu fark etmeye başladı."
"hala daha insanların artık '...' masallara eskisi kadar inanmadığını anlamayanların entry girdiği bir başlık."

https://eksisozluk1923.com/entry/109043763
"ek olarak kitaplığımda türkçe meali bulunan bir kur'an-ı kerim duruyor, ancak onu okumak için hiçbir arzu duymuyorum, içinde yazılanları tahmin etmek hiç de zor değil. ilgi çekici değil ve saf masal..."
https://eksisozluk1923.com/entry/92637372
"ateistleri imana getirip ne yapacaksınız? sen cennete gideceğini mi düşünüyorsun? git kardeşim cennetine. bırak ben böyle rahatım. 'olmaz. herkes benim inandığım masallara inanacak.' adam neden ateist oldu?"
https://eksisozluk1923.com/entry/128283273
"ateist olduğunu söyleyen birine gökten indiği sanılan masal kitaplarından bölümleri delil olarak gösteren sanrılar gören insanlara kursiyet atayan tiplerinden öğrenemeyeceğiniz psikolojidir."
https://eksisozluk1923.com/entry/138660083
"gökten indiği söylenen kitaplar var bunların gökten indiğine dair hiç kanıt yok. insan fikriyle yazılmış masal kitaplarından bir farklarını göremiyorum. bu kitaplarda yazılanlara inanırsam o zaman şirin babaya da inanmam gerekirdi."
https://eksisozluk1923.com/entry/141002168
"dinler hiçbir ispatı olmayan masallardır. peygamber denilen şahıslarının çoğunun yaşadıklarının ispatı bile yoktur.
nereye kadar korkuyla, şantajla, şartlandırmayla antik yalanlara inandıracaksın?"

https://eksisozluk1923.com/entry/129428704
"bu kafa yeni bir şey değil.
1500 sene öncede aynı kafaları yaşayan insanlar vardı, sonra adına peygamber dediler, masallarınada din."

https://eksisozluk1923.com/entry/140516936
"cehennem masallarıyla korkutulmaya çalışılan deist ilahiyatçı. açıkçası yobazlarla dolu bir cennet fikri bana daha korkunç geliyor."
https://eksisozluk1923.com/entry/121498680
"eşikte durarak vakit kaybetme, derhal bize katıl yoksa ölene kadar arap masallarını din sanarak yaşayacaksın."
https://eksisozluk1923.com/entry/140008678
"allahın olmadığını düşünüyorsan boşu boşuna bir arap masalı için kendinizi bukadar yorup kafa patlatmayın. ınanmayin ve hayatınıza devam edin."
https://eksisozluk1923.com/entry/141245603
"arap masallarından biri daha kurtulduğu için sevinirdim."
https://eksisozluk1923.com/entry/140948524
"arap masalı anlatıcı."
https://eksisozluk1923.com/entry/119070053
"la-araptan masallar :)"
https://eksisozluk1923.com/entry/141696518
"arap masallarinin turevini alan sahsiyet"
https://eksisozluk1923.com/entry/132206276
"2021 yılında hâlâ bu ortadoğu masallarına gerçek diye inanan okumuş yazmışları görmek şaşırtıcı."
https://eksisozluk1923.com/entry/121500109
"inançlıdan kasıt ortadoğu masallarına inançlı olmaksa hayal kırıklığı yaşatan ve soğutan durumdur. (same applies for women)."
https://eksisozluk1923.com/entry/112021182
"siz orta doğu masallarının evrenin sırlarını açıkladığına inanmak istiyorsunuz diye ben gerçeklikle bağımı koparamam."
https://eksisozluk1923.com/entry/136825200
"sami masalıyla doluyorsa çok da korkunç değildir heralde he?"
https://eksisozluk1923.com/entry/130324017
"peri masallarına inanan toplumda her sapkınlık yaygındır ve hoş görülür."
https://eksisozluk1923.com/entry/129279338
"var öyle bir boşluk. ama en azından peri masallarından hallice, insan uydurması oldukları bariz olan dinlere inanıp kendimi kandırmıyorum aptal gibi. akıl var mantık var kusura bakmayın."
https://eksisozluk1923.com/entry/130325088
"üstlerdeki bi yazarın 'ateizmde mutluluğu bulamazsınız gençler' tespitine katılmakla beraber aslolanın "gerçekler" mi yoksa "mutlu eden peri masalları" mı olduğunu seçme konusunda hür iradeye sahipsiniz
başkası ne dese boş"

https://eksisozluk1923.com/entry/137542837
"burda bircogunun yazdigi gibi bence de bu cocugun intihari islam yuzunden degil. zaten videodaki konusmalarindan da belli ki cocuk budist, kati budist olarak yetistirilmis. kucuklugunden beri cennet cehennem gibi budist masallarla buyutulmus."
https://eksisozluk1923.com/entry/137143445
"ateizmin hangi masalından korumuş acaba?
dünyadaki her hayvandan bir çift koyulan gemiyle büyük tufandan kurtulma masalından mı?
balığın karnında dolaşıp karaya çıkma masalından mı?
bir bineğe binip gökyüzüne çıkıp kat kat gezme masalından mı?
hangi birini sayalım?"

https://eksisozluk1923.com/entry/132394108
"aqp'nin işe yaradığı tek alan diyebilirim. ülkenin çoğunluğu hala "gökten inen koyunlara, ay'ı ikiye yaran insanlara" falan inanıyor. bir insanın şu devirde böyle masallara inanması için, geri zekalı olması lazım. ehh aqp'de 1-2 kişinin ufkunu açmışsa(!) ne mutlu onlara:)"
https://eksisozluk1923.com/entry/136328065
"masal kitabını bilimin önünde tutup cahilleri sömürmenin, küçük kızlarla evlenmenin peşinde olan adamlarsınız, o kadar. (ya da sömürülen cahillersiniz)"
https://eksisozluk1923.com/entry/129582988
"bir şeyin varlığı kanıtlanabilir.ama yokluğu kanıtlanamaz.görünen dünyada böyle.
ama şu nettir.bir olağanüstü yaratıcı vs varsa emin olun bu.o kitap denilen masallardaki gibi değil."

https://eksisozluk1923.com/entry/129612300
"3 milyonluk mercedese binip fakirliği kutsayan diyanet işleri başkanının sattığı masala inanmamı mı bekliyorsunuz?"
https://eksisozluk1923.com/entry/135692994
"masal tacirleri tarafından emeğiniz sömürülmesin diyedir, çocuklarınız kurslarda taciz edilmesin ,dayak yemesin diyedir. bilime yönelin , üretime yönelin diyedir. herkes sizi dinle kandıramasın diyedir..."
https://eksisozluk1923.com/entry/139796882
"neymiş şeytan secde etmemiş tanrı da onu kovmuş. lan bu kadar uçsuz bucaksız kudret sahibi bir tanrının yanında kimin götü yer böyle bi hareketi.
mitoloji bunların hepsi."

https://eksisozluk1923.com/entry/130323759

- "Dur dur... Daha, kölelik, kadının yarım miras hakkı, çok eşlilik, huriler, nuriler falan da vardı?"

Burada, temel itirazların hemen hepsini özü itibariyle cevaplamış olduk... İncecik iplikcikler bir araya gelerek asla kopartılamaz kalınca bir halat hâline gelir, birkaçı kopsa bile sapasağlam halata hiçbir şey olmaz... Başta, varlığını ve birliğini atomların adedince ve iki kere iki dört edercesine ispatlayan deliller, mucizeler ve kerametler; insanoğlunun en büyük muamması olan varoluşun ve ölümün sırrını çözmek, dinsizlerin tam da Kuran'ın tarif ettiği vechile ibretlik davranış kalıplarına şahit olmak, bütün mahlûkatla adalet ve merhamet eksenli münasebet; taşa, toprağa ve cansızlara bile zulmetmemek, aleyhine bile olsa asla doğruluktan sapmamak, fakir fukara ve garip gurabayı gözetmek, komşun açken tok yatmamak, gıybet ve iftira etmemek bir tarafa kimseye sû-i zan bile beslememek, pis bir sudan yaratıldığını unutarak büyüklük taslamamak, talep olmadıkça ve mecbur kalmadıkça liderliğe soyunmamak gibi İslâmiyet'in nice nice gerçeklik ve güzelliklerini görmezden gelerek, gayet yetersiz ve yüzeysel aklına yatmayan veya şıp diye derin hikmetlerini kavrayamadığın ve aslında sizin gibiler için "elek" vazifesi de gören müşkil denilebilecek teferruat kabilinden birkaç meseleyi,
 "...Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara - 216) hikmetine ve "âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin ve bana karşı gelmekten sakının." (Bakara - 41) îkazına rağmen köpürterek büsbütün inkâra sapmak ve nihayetinde ebedî hayatını karartmak, şeytan-ı racimin o vaadini yerine getirmesinden başka ne olabilir Allah aşkına başka ne:

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım" (Nisâ -119) 

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...