25 Kasım 2023 Cumartesi

BENİ BİR SEN ANLADIN, SEN DE YANLIŞ ANLADIN

YEDİNCİ SEBEP: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder.

***

1- İman hakikatleri dışındaki diğer hayatî meseleleri pek/hiç umursamamak:

Nurcuların da kısm-ı âzâmı, en mühim olsa bile tek mühim mesele olmadığı hâlde adeta yegâneleştirdikleri iman hakikatleri ve namaz dışındaki diğer hayatî meselelerden tıpkı diğer takıntılı gruplar gibi pek anlamaz veya umursamazlar. Ezilenler, işçi hakları, emanet ve ehliyet, modern tıb, "moderen beton kentler", teknolojik sömürü, otomobil manyaklığı ve trafik terörü, görsel kirlilik ve çöp tasarım istilası, tabiatın tahribi, sûnî gıdalar ve zavallı sokak hayvanlarına dair yaklaşımlarının; en boş kafalı, bakarkör, ahlâk düşkünü ve düzen adamı tipten pek bir farkı, dolaysıyla organize bir itirazları ve çözüm önerileri de yoktur maalesef. Halbuki, "bilmeyi bilen" gerçek bir marifet ehlinin, kalbî hasseleriyle birlikte idrak kapasitesi, göz zevki, kulak hassasiyeti ve damak tadı da kemâle erme yolundadır ki, âdi, bayağı ve pespaye şeyleri asla kabullenemez. İlk düğme doğru iliklenirse, diğerleri de doğru gider şüphesiz. Hassaten "hacı-hoca takımı", gerekli gereksiz, gerçek veya uydurma nice menkıbeyı sürekli anlatıp dururlar ama, çaresizlerin borçlarını helalinden kazancıyla kapamaya çalışan bir müslüman zenginden, işçilerine asgarî ücretin iki katını gönül rızasıyla ödeyen bir cemaatçi patrondan veya namaz saatleri dışında çevredeki zavallı sokak hayvanlarının dertleriyle ilgilenen bir hocaefendiden bahsedildiğini de hiç duyamazsınız hiç! Nitekim, bir tanecik bile çıksaydı, davul çalarak ilan ederlerdi belki... Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim."
"İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/divan-i-harb-i-orfi/7

Bizim Sadık’ın (Çalışkan) çocuklarıyla beraber Nazilli’den İzmir’e giderken bir öğretmen anlatmıştı. ‘Başçavuş,’ de­di, ‘Üstad’ı karakola çağırıyor; Üstad gitmiyor, kızıyor başçavuş, ‘Ben ona göstereyim!’ diyor, gidiyor. Bir de bakıyor ki Üstad, fareyle kediye bir yalakta yemek yediriyor... Üs­tad da başında... Kapının arkasında böyle bir avlu var. ‘Allah, Allah!’ diyor ‘Ben mi deliyim!’ Ciddi ciddi bakı­yor; fare ile kedi bir kapta beraber yemek yiyorlar, Üstad da orada. Diyor: ‘Bu adamla başa çıkılmaz. Bu ada­ma ilişilmez. Kalkıp gidiyor.

Erek Dağı’nda iken, kış mevsimi yaklaşıyordu. Eski harabe kilise de kışın kalmak zor olacaktı. Belki de mümkün olmayacaktı. Üstâd bize emretti, toprak içinden mağara gibi bir yer kazmak suretiyle bir barınak yapalım dedi. Yerini de bize gösterdi. Eski harabe kilisenin karşı yamacında bir yerde… Biz kazmaya başladık, toprak altından çok karıncalar çıkıyordu, yuvaları imiş meğer. Üstâd geldi, baktı, gördü: ‘Bu karıncaları rahatsız etmeye hakkımız yok. Bir evi yapalım derken, diğer bir evi yıkmak olmaz.’ dedi ve bizi men’ etti. Başka bir yer kazmamızı emretti. Burada da yine karıncalar toprak altından çıktı. Üstâd yine gördü, bırakın dedi. Bir başka yere gidelim… Bu defa üçüncü bir yer kazmaya başladık, yine karıncalar çıkıyordu. Arkadaşım dedi: ‘Şimdi yine Seyda gelir, bizi men’eder. O buraya geleceği zaman, biz toprağı karıştıralım, geldiğinde karıncalar görünmesin ki, bu işi bitirelim. Yoksa bizi akşama kadar yer yer gezdirir.

"Üç dakika geçmedi üç dakika... Bir sinek uçtu, koluna kondu, çat diye bir vurdu sineği dümdüz etti ya!"

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb edince, aşiret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de, izhar etmemişti. Molla Said’e niçin buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben, “Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim” demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e niçin geldiğini tekrar sorar. Molla Said, “Sana söyledim ya, onun için geldim” der. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/tarihce-i-hayat/ilk-hayati/42

2. Metinleri papağan gibi tekrarlayıp durmayı bir marifet zannetmek ve şerh yapamamak:

"Bir paragraf bir sayfa okuyor, bir saat izah ediyor..."

"ahlâklı olmamız bir mucizedir; böyle olmak zorunda değildi. şu işe bakın ki, genelde, çoğunlukla ahlâkî kararlar verenlerimiz daha çok bebek sahibi oldu. ve söylemesi bile hayret verici (ve nietzsche'ye ters), ama ahlak her nasılsa türümüz, kültürlerimiz ve kendimiz için iyi bir şey gibi görünüyor - en azından şimdiye kadar öyle oldu. bu gerçeğin farkına varıp sevinmeli ve hayranlık duymalıyız."

"İnsanların kendi işledikleri sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır." (Rûm - 41)

"Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücâzâtlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak (ayrılık) elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suiistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin."

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler.
Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

"Yani, adamı yuvasından, yurdundan, çoluğundan çocuğundan, her şeyden eder yani. Bir yerde 'tak' dersin, gözün hiçbir şey görmez. O esnada kendinin öldürürsün yani."

Yani dünyevî saadet de Allah'ın emirlerine uymakla mümkündür ancak... Meselâ, işçilerin hakları alınterleri kurumadan lâyıkıyla verilmezse, işlerini gerektiği gibi sahiplenmezler ve binbir türlü huzursuzlukla beraber o iş artık verimli bir şekilde sürdürülemez hâle gelir vedahî sonunda batabilir de... 
"Türkiye'de şirketlerin yüzde 65'i ilk 5 yılda kapanıyor. Şirketlerin yüzde 25'i 5-10 yıl yaşarken, sadece yüzde 10'u 10 yıldan uzun yaşayabiliyor" 
"Şeriat"e muhalefet etmenin peşin dünyevî cezası budur. Ne var ki, milletin "hak ve adalet!" diye ortalığı inlettiği ve "din tüccarları" yüzünden bazılarının irtidata bile düştüğü şu demde (bkz: youtu.be/wTLyQtpX3cw?t=136), dindar veya nurcu geçinen patronların bir çoğu veya hemen hepsi, "on kuruşluk bir ücreti" veya "dilencilere sadakaları", sanki Allah'ın emri gibi işçilerine dayayıp durmakta ve belki haklarından kesinti yapmaya bile çalışmaktadırlar maalesef... Cins zekâ Köymen ise, şu "bildiğimiz nurcu"lardan olmadığı ve Bediüzzaman'ın "beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır." ibaresindeki öngörüsünü ezbere sayıklayıp durmadığı hâlde, işbu hakikati sezgisel olarak keşfetmiş, gönüllü olarak ve kendini mecbur hissederek çalışanlarını şirketine "bir tür kâr ortağı" yapmış, hattâ patronluk taslamayı da tamamen bırakmıştır artık:

"Canım riski de onlar alıyor neticede; e riski alan parayı da alır... Belki herkes de buna inanıyor ama bu çalışmıyor, bu işlemiyor... Evet maaş olarak kazanıyorlar ama maaş nedir ki... O şirketlere verdikleri şeyler karşılığında bence doğru pazarlıklar dönmüyor..." (1:52)

"Fazla mesai 6 saatten sonra olmalı bence..." (5:43)



(KEM KÜM, VESAİRE) "Hiçbir zaman o adama diyor muyuz, beni şöyle bir aşağıya indir bakalım, şu fabrikaya bir inmek istiyorum, bir görmek istiyorum... Bütçeyi bir çıkar bakalım, harcamalar, işçinin maaşları, kalemleri bir çıkar da bir görelim bakalım Ahmet Efendi, Mehmet Efendi..." https://youtu.be/GpxLozKekeA?t=711

"müslümanım diye geçinen ofiste ağzından besmele eksik olmayan firma sahipleri günü geldiğinde azrailden beter oluyorlar. maaşın bir kısmını elden yatırmak istiyorlar. fazla mesaiyi ödemiyorlar. işten çıkardığı personelin ihbarını yatırmıyor. çalışma bakanlığını arıyorsun seni arabulucuya yönlendiriyor. arabulucu iki taraftan da para istiyor. anlaşamayıp konuyu mahkemeye taşısan en az 1 yıl dava sürüyor. bunun enflasyonu var dosya masrafı var bilirkişisi var var oğlu var. devlette patronuna dokunmuyor. hak hukuk diyenler öyle bir hak yiyor ki beddua etmekten başka bir şey yapmıyorsun."

"bir tane eski bir bakan var, tv programlarına katılıp ülkeye dersler verir. işçi haklarını konuşur, ekonomiyi eleştirir.
kendisi eski patronumdu. 1,5 yıl sigortamı geç yapmıştı. kural olarak yeni başlayanlara mümkün olduğunca geç sigorta yapardı. daha çok genç oluşum, tecrübesizlik, acil iş ihtiyacım ve bir yerden başlamamın gerekmesi nedeniyle kabul etmek zorunda kalmıştım.
haram zıkkım olsun diyorum buradan kendisine."

"çalışma hayatım boyunca patronlardan aşağılık ve şerefsizce taleplerle çok karşılaştım. şu anda işveren olduğum için elemanlarıma gerçekten çok iyi çalışma koşulları sunuyorum. ancak bu sefer de elemanlardan çok adice davranışlarda bulunanlar oluyor. anladım ki sorun patron veya eleman olmak değil. sorun basitçe şu, bizim insanımız gerçekten kötü."

Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır
Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor. Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/lemeat/962

Yani, dindarlık satmayan birinin sırf dünyevî gayelerle sergileyebildiği yüksek öngörü ve "üstün ahlâkı"; mukallit, ezberci, lafızcı, hattâ el pençe divan sofimeşreb ve şark kurnazı tarzındaki tipler, Allah rızası için bile hemen hiç sergileyememişlerdir ve bu kafayla da mümkün değildir zaten...
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü’min' tabirine mazhar oluyorlar." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/dokuzuncu-mektup/62 Halbuki Risale-i Nur yolu, "bir günü, bir gününe eş geçen ziyandadır" hadisi, Yunus Emre'nin "her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası." dizesi ve Üstadın "her bir zamanın bir hükmü var." veya "eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl" fehvalarınca bir tecdid ekolü sayılır aslında. Öyleyse, bu yolda olduğun yerde saymak ve "dönüp dönüp binâ okumak" yoktur; zâhiren daire dışında olan Köymen gibi "zaman geçtikçe sürekli hakikatlere şerh düşmek" vardır. "Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-dokuzuncu-mektup/altinci-risale-olan-altinci-kisim/605

- Mesela, sırf Bediüzzaman kedi besledi diye birileri gitmiş cins kediler satın almış...

Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.
Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. 

... Bediüzzaman Said Nursî’nin evi tahtaydı. Bazen evindeki bir deliğin ağzına fare gelirdi. “Bak, yemek istiyor” diye ne yiyorsa, ondan bir parça da farenin deliğinin yanına kordu, fare onları yerdi. Ne yerse fareye de illa ikram ederdi.”
“... Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak, ve altından karınca çıksa, taşları geri koydurur. Hayvancıkların rahatını bozmayın derdi...”
“... Fareler için, ayrıca komşu dükkânın çatısındaki kuşlar ve kediler için, ulaşabilecekleri yerlere ekmek parçaları koyardı. Fareler de kediler de ondan rızıklanırdı.”
“Bediüzzaman Said Nursî’nin iki kedisi vardı. Yemek vakti gelince bunlara yemek verirdi, kendisi daha sonra yerdi. Ayrıca dolaplara fareler için yemekler koyardı.”

Bediüzzaman Said Nursi'nin hayvanlara, canlı varlıklara karşı şefkati, merhameti saymakla bitmez. Bu hususta çok hatıralarımız vardır.
Bir gün talebelere "Ben tesbihatımla meşgul olacağım, siz gidip gezin" demişti.Bu gezinti sırasında bir taşın üstünde, bir kertenkeleyi öldürmüştüm. Dönüşte Üstad ne yaptığımızı, nerelere gittiğimizi sordu. Ben de gezdiğimiz yerleri anlattım. Sonra da bir kertenkeleyi öldürdüğümü söyleyince, Üstad çok üzüldü. Bana:
"Evini harap etmişsin!' dedi. Ben de "Bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kazanacağını söylerler" dedim. Bu defa Üstad: "Otur da konuşalım, kim haklı, kim haksız?""O hayvan sana taarruz etti mi?" "Hayır.""O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun?""Hayır.""Sen mi yarattın?""Hayır.""Bu hayvanların niçin yaratıldıklarını, yani fıtrî vazifelerini biliyor musun?""..........'"Bu hayvanı yaratan Hâlık senin öldürmen için mi yaratmış?"Sana kim dedi öldür?Bu hayvanların yaratılışında binlerle hikmet var. Bu hikmetler saymakla bitmez. Onu öldürmekle hata etmişsin!" diye bana orada ders verdi.

Şöyle ki: Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz’î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: “Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.” https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-sekizinci-lema/419 Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun. https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-sekizinci-lema/422
- Mesela, sırf "demokratlara ilişmeyin" dedi diye, artık Menderes'le pek bir alâkası kalmayan süprüntülerini ve şimdi yalan başta olmak üzere bir çok büyük günaha ve belki küfre batmış şu rezil partiyi tek kelime etmeden sonuna kadar desteklemişler ve zulümlerine ortak olmuşlardır:

"Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir." https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/isaratul-icaz/bakara-suresi/9-10-ayetin-tefsiri/134 "Tayyip Erdoğan dün de düşük faiz diyordu, bugün de düşük faiz diyor, yarın da düşük faiz diyeceğim. Bu benim için tabi olduğum Nas'tır, Nas. Asla buradan taviz yok."

'Bakara makara'cıya yeni görev
Eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın Prag Büyükelçiliği’ne atanması kesinleşti.

"Soma’da madenciyi tekmeleyen, Erdoğan’ın eski Özel Kalem Müdür Yardımcısı Yusuf Yerkel, Frankfurt’a Ticari Ataşe olarak atandı. Yerkel'in maaşı Euro ile olacak kirası ve diğer masraflarını devlet karşılayacak."

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. 

Bu grupların aralarındaki ilişkiler her zaman pozitif olmadı. Rekabet oldu, ithamlar oldu. Said Nursi bugün yaşasaydı ne derdi sizlere, parmağını sallar mıydı yüzünüze? (Tebessüm ediyor) Türkiye'deki siyasi anafor yol açtı buna. Abdullah abilerle kopmamızda bizim CHP karşısında Adalet Partisi'ni böldürmeme düşüncesiyle hareket etmemiz etkili oldu. Önce Demokrat Parti, sonra Adalet Partisi'ni fazla iltizam ettik. Erbakan kendi siyasi çizgisiyle ortaya çıkınca, biz bunun yanlışlığını ifade ettik, yani ‘bölmeyin' dedik. Bölününce Halk Partisi iktidara gelecek düşüncesiyle biraz da ifrat ettik yani. https://haber3.com/guncel/nur-cemaati-politikaya-neden-girdi-haberi-119544

Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir.

* DEMOKRASİ bir din değildir… Evrensel bir değer değildir… Demokrasiyi din haline getirmek, kutsallaştırmak, putlaştırmak, evrenselleştirmek doğru değildir… Demokrasi ağacı her iklimde, her toprakta, her ülkede yetişmez. Her çiftçi demokrasi yetiştiremez. https://milligazete.com.tr/makale/844093/mehmed-sevket-eygi/demokrasi-bir-din-degildir

3- Bediüzzaman'ın istisnâsız her dediğini tartışmasız mutlak doğru zannetmek:

"Muhterem mürşidim; Kimin haddi var ki, risalelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkit etsin veyahut bir kelimesine, hattâ bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun? Bilâ istisna, her fert istihsan ederken, böyle birşey yapmak için, bu cüreti kimden alayım?"

"Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübalâğası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir."

Bilmedikleri:

Saniyen: Mektubunda diyorsun: رَبُّ الْعَالَمِينَ tabir ve tefsirinde “on sekiz bin âlem” demişler. O adedin hikmetini soruyorsun. Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum.

Yanılgıları:

Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mânâ verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki, geniş siyaset dairesinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikatten bana ihtar edilmiş; bir hiss-i kablelvuku ile musırrane ve tekrarla ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı meselenin sûretini değiştiriyordum.

İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirtlerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.

Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir hâlet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatîat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.

Tahminleri:

Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.

Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar olmasınlar mı? Muhtemel...

Teşhis edemedikleri:

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar.

Sonradan lûtf-u İlâhî ile anladıkları:

Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar.
Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu.
Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu.
Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’âline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor.
Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhalefeti dahi iki cihetledir.
Biri, Zemahşerî gibi, haline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.
Diğer kısmı ise —hâşâ— âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.

Zihninin karıştırdıkları:

Aziz kardeşlerim; Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

Diğer Âlimlerde tespit ettikleri:

Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.”1
Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.
Evet, şefkat bütün envâıyla lâtîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor.

4- Hattâ, Bediüzzaman kadar ilmi, irfanı ve ahlâkı olmayan "Abi" denilen zâtlara bile bir tür kudsiyet atfetmek ve gereksiz "vâris" tartışmaları yapmak:

Zübeyir Ağabeyin gazete çıkarmayı teşvik ettiği, hatta “lahana yaprağı kadar da olsa bir gazetemiz olmalı” diyerek bizzat öncülük ettiğini biliyoruz.
Risale-i Nur’un mesajının milyonlara ulaştırılması için her vesileyi yetersiz gören Zübeyir Ağabey, Galata Köprüsü’nde bizzat İttihad Gazetesi’ni satmış, gençlere cesaret örneği olmuştur. Ankara’da Bayram Ağabey çıkışıyor: “Niye böyle yapıyorsun? Sen gazeteci mi oldun?” Zübeyir Ağabey: 
“Haklısın ağabey! Ama Üstadı ve Risale-i Nur’u ne ile tanıtacağız?” diyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Seviyeli yorumlar yayınlanacaktır.

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...