14 Şubat 2024 Çarşamba

DAMAK TADI VEYA GÖZ ZEVKİ

"Yani, patates kızartmasını kim sevmez ya, ben düşünemiyorum..." 

Madem tevafuk oldu, biraz önce "İSTANBUL’UN SOKAK LEZZETİ PATSO" videosunun altına yazdığım yorumu/derlemeyi buraya da aktarmadan geçmeyelim:

"Yazıya ironik şekilde başladım, kusura bakmayın. Ama hep lokantaları suçluyoruz, kendimizi değil. Birçok lokantanın iyi başlayıp sonra masa sayısını artırdıkları, şubeleşip kaliteyi düşürdükleri doğru. Ama madalyonun diğer tarafında müşterilerin damak tadı ve beklentileri var. Tahminime göre lokanta müşterilerinin yüzde 90’ının damak tadı yok. İyi yemek için değil, trend olan mekân için dışarı çıkıyorlar. Eleştirileri de yapıcı ya da kırıcı değil. Yanlış! İyi şeyi takdir etmiyor, sıradan ve hatta kötü olanıysa, sigaralarını tüttürüp rakılarını yudumlayarak, ayıla bayıla mideye indiriyorlar."

"Tamam damak tadı gelişmemiş insanlar olabilir. Benim içinde bulunduğum ‘kulağı’ gelişmemişler grubu gibi... Ben kayınbiraderimin Jascha Heifetz’den daha iyi keman çaldığını düşünebilirim. Hatta bunu bağıra çağıra ilan da edebilirim. Ama gerçek değişmez. Yani ne Heifetz küçülür ne kayınbirader büyür. Sadece benim kulaksızlığım tescillenmiş olur."

Adamın damak tadı iyi ama göz zevki hiç yok, görmeyi biraz biliyor ama kulağı berbat, kulağı fena olmasa bile idrak kapasitesi gayet düşük veya fikirleri bomboş diyelim... Meselâ, güya nitelikli geçinen lokantaların hemen hepsinin logo ve kurumsal kimlik tasarımları, "grafik canavarlarına" havale edilerek berbat edilmişken, damak çatlatan lezzetler sunsalar bile kim yer artık:

- "Alt tarafı bir logo değil mi yahu; bu kadar büyütecek ne var?"

Mercedes, Cadillac'dan daha az sorun çıkarmadığı, Coca-Cola’nın tadı Pepsi’den çok daha güzel olmadığı, Rolex saatler Seiko'lardan daha hassas çalışmadığı halde neden hep birkaç adım öndedirler ve daha pahalıya satılmaktadırlar acaba... Algıların olguların, izlenimlerin gerçeklerin, soyut değerlerin somut değerlerin önüne geçtiği bu düzende ve küresel iletişim çağında, geniş kitlelere ulaşmayı veya dünyaya açılmayı hedefleyen firmaların markalaşmaları kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiştir artık. Yoksa, dünyanın en mükemmel ürününü piyasaya süren firmasının bile; tanınması, benimsenmesi ve kalıcı başarı elde etmesi pek mümkün değildir artık. Nitekim bu gerçeği kavramakta direnen pek çok kalifiye üretici, kenarda köşede kalmış veya büyük markaların fasoncusu olmaktan bir adım öteye gidememiş, bazıları da zamanla piyasadan silinip gitmişlerdir.
Bana logonu göster, sana nasıl bir firma olduğunu söyleyeyim zîra ilk intibâlar genelde yanıltmaz... Logolar, firmaların arkasındaki zihniyeti apaçık ortaya seren çok dürüst göstergelerdir. En alâkasız ve dikkatsiz bir kimse bile sezgisel olarak hakiki ve sahte tasarımı ayırt eder ve buna göre pozisyonunu alır. "Grafik canavarlarının" sıvayıp durduğu çöp tasarımların; "merdiven altı veya şaibeli bir firmadır bu ona göre!" mesajını muhatap kitlelerin bilinçaltına veya sağduyusuna gönderdiği bilinmelidir ki, bu bir marka için ölüm fermanı sayılabilir.
Yıllarca önünden geçtiğimiz, hattâ alışveriş yaptığımız halde adını sanını bile hatırlayamadığımız küçük işletmeler vardır ya; bu tip bir yerel işletme ve mahalle bakkalının bile, hakikî bir logo tasarımıyla ismini hafızalara kazıması ve potansiyel müşteri kitlesinin dikkatini çekmesi pekâlâ mümkündür.

“Eğer bir basın-yayın organının odağı siyaset ya da ekonomi ise gönül rahatlığıyla ‘memleketi kurtarmak’ misyonuna sahip olabilir. Çünkü memleket, çoğuna göre ancak siyaset ve ekonomi marifetiyle kurtarılabilir. Bu anlayışta, ne bilimin ne sanatın ne mimarinin bir yeri ve işlevi vardır. Grafik tasarımın ise adı bile geçmez. Oysa birer kültürel yansıma olarak, Resmi Gazete’den Şen Bakkal tabelasına, yönlendirme levhalarından ders kitaplarına, toplu taşıma biletlerinden fiyat etiketlerine, kapı numaralarından mezar taşlarına kadar hayatımızın her anında yüz yüze, göz göze geldiğimiz grafik tasarım ürünleri o ‘memleket’in estetik düzeyini, dünya görüşünü, olguları anlama ve algılama biçimini, kısacası hayat karşısındaki duruşunu ele verir. Ne dersiniz, belki de memleket grafik tasarımla kurtulur! Ya da kurtulup kurtulmayacağının emarelerini görürüz onda…" 

Ey talib, sana görme ile işitme arasındaki farklardan söz etmiştim, hatırlıyor musun?
Hiç anlamadın! Sustun çünkü. Aptal aptal bakındın. Ne baktın, ne gördün, sadece bakındın.
Sana görmeyi hiç bilmediğini söyledim, tüm içtenliğimle, ve elime koca bir ayna alıp yüzüne tuttum, bak kendine diye.
Bakmadın. Hem de ısrarla. Sadece bakınıp durdun.
Ey talib, çünkü sen sadece görmeyi değil, bakmayı da bilmiyorsun!
Bilmediğin şeyi öğrenemezsin ki!
Bilmediğini bilmediğin şeyi...
Kendini.

1950'lerde karısıyla istanbul'a gelmiş mimar.
sahaflar çarşısında muzaffer ozak efendi'nin dükkânında tanışmışlar. wright hat satın almak istediğini söylemiş. nitekim koca bir yığın hat arasından her zaman en güzellerini seçip ayırıyor, vasatları eliyormuş. muzaffer efendi kendisine sormuş, "en iyi hatları nasıl biliyorsun?" wright da şöyle demiş, "ben çizgi çiziyorum, dolayısıyla nasıl bakacağımı biliyorum."

İlk düğme yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gider mâlûm; bir insanda "marifetullah" bilgisi yoksa, istisnaî olarak bazı işlerde tuttursa ve güzel işler çıkarsa bile, diğer alanlarda ve bütünde tökezlemesi veya bayağılaşması kaçınılmazdır. Eğer, her şeyi bilmeden önce Allah'ı iyi bilmek gerektiği bilinirse, memleketi tepeden tırnağa ifsad eden bütün bu câhiliyenin asıl nedeni tam olarak anlaşılabilir ancak:

“Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir” 
(Kâf - 22)

"Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” 
(Hz. Peygamber) 

"En anlayamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını aslâ kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şu (kültür) diye anlatmaya çalıştığımız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabıyla, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan manevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhassa mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak gerek... Bir de bizimkini düşün!" 

"İşte size sıradan, yani kültürsüz, hoş ve boş bir doktorun muhakeme düzeyi! İşini bilir bir doktorun... sadece işini, bir tek işini bilen, bilmek isteyen bir teknikerin... bir uzmanın... bir et, bir kemik, bir sinir uzmanının... bir tıp makineleri bakıcısının... bir ilaç isimleri hafızının... bir vizite hesap makinesinin..."

Bunun üzerine hocalarının “hangi ilim tab’ına muvafık” olduğu sualine cevaben, “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum” der.

"İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder.
Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.
Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder.
Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur.
Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.
Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:
“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”

Elhasıl, bilmeyi bilen birine, dolmaları yutturmak imkânsızdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Seviyeli yorumlar yayınlanacaktır.

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...