5 Mart 2024 Salı

SAİD NURSİ KİMDİR?

Lise yıllarında, İslâmiyet'e merakımın artmasıyla birlikte bilgisizce klasik bir tefsir kitabı ararken ve çevredekilerin hâlinden sebep "gerçek müslümanlar nerede Allah'ım?" diye kalbimden geçirirken, sınıfa dışardan bir nurcu genç dahil olmuş ve "ille de Bediüzzaman!" diye yakama yapışmıştı... Sonrasında, ısrarla tavsiye ettiği bu şahsiyet bana biraz tuhaf gelmiş, yazdıklarını da pek anlamamış ve umursamamıştım doğrusu... 
Aradan yıllar geçtikten sonra düşününce:

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.”
Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.
Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

"Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.
İkinci kısım tefsir ise; Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir."

Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler “Tefhim edilmez” deyip, değil avâma, belki havassa da bildiremiyorlar. İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve “Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor” diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât ve suhulet-i beyan, elbette, bilâşüphe, bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîmin i’câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır. https://risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-sekizinci-mektup/yedinci-risale-olan-yedinci-mesele/526

"İHTAR: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak, başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder."

"Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz." 

***

Nicelerini ve daha "benim" diyen nicelerini dikkatle gözlemledim ama, hayatımda dört başı mâmur kâmil insan hiç görmedim...

ÖNCELİKLE MUAZZAM İLİM VE İRFANI İLE:

Bunun üzerine hocalarının “hangi ilim tab’ına muvafık” olduğu sualine cevaben, “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum” der.

"Hazret-i Üstad Ferik Ahmet Paşanın evinde mütecâhilen [bilmezlikten gelerek] bir müddet kaldıktan sonra, Şekerci Hanı'na gider, orada ikâmet etmeye başlar. Orada odasının kapısına şöyle bir ilân asar:
"Mektep, medrese mensuplarından ve feylesoflardan, dinsiz ve dindarlardan her kimin bir suâli varsa, hangi ilimden ve fenden olursa olsun benden sorabilir. Sizden suâl, benden cevap. Fakat ben hiç kimseye suâl sormam."

"Ben ulemanın ilmini inkâr etmem. Binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmime şüphe edenler var ise sorsunlar onlara cevap vereyim. Şu halde sormak şüphe edenlerin hakkıdır."

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.” Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti.
Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. 

-Daha önce sizinle yaptığımız bir sohbette Üstad için “Cem-ül Cem mertebesindedir” demiştiniz. Bununla neyi kastetmiştiniz?
-Bir ilimde değil, birçok ilimlerde tekâmül etmiştir demek istiyorum. Mesela sadece hadisçi, sadece kelamcı, sadece fıkıhçı, sadece müfessir, sadece felsefeci değil, birçok ilimlerde tekâmül etmiş demek istedim.

Mektubunda diyorsun: رَبُّ الْعَالَمِينَ tabir ve tefsirinde “on sekiz bin âlem” demişler. O adedin hikmetini soruyorsun. Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum.

HAKİKATPERESTLİĞİ İLE:

Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir hâlet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatîat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.

Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar oluyoruz, “Allah razı olsun” deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu -fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalâlete yardım etmemek kaydıyla- kabul edip minnettar oluyoruz.

BİRİNCİSİ: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.
“Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir." sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

ADALET VE HAKKANİYETİ İLE:

"Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim.
Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım.
Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim."

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. 

Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.
Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?
Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.

"Üs­tad ilâç ku­tu­su­nun için­de­ki ta­ri­fe­yi okut­tur­du, ‘Bir ta­ne içe­yim.’ de­di. Bir ta­ne hap al­dı, di­li­ne koy­du; fa­kat su gi­di­yor, ilâç git­mi­yor… Ne ka­dar su içti­y­se ilâç bir tür­lü aşa­ğı in­me­di... Ben şa­şır­dım ta­biî. Üs­tad ha­pı çı­kar­dı, ‘Bun­da bir iş var! Ne­re­den alın­mış bu? Ça­buk araş­tırın!’ de­di. Bak­tım Zü­be­yir Ağa­bey ye­ni gir­di, daha ilâ­cın pa­ra­sı­nı ver­me­miş. Ça­lış­kan Ağa­be­ye ‘Bu­nun pa­ra­sı ve­ril­di mi?’ Ge­ri dön­düm, Üs­tad ‘De­mek ki bu yüz­den içe­me­mi­şim!’ de­di. Üs­tad Haz­retle­ri çok has­sas ve mü­kem­mel bir in­san ol­duğun­dan yaz­dı­ğı şey­le­ri ya­şı­yor­du...

İBADET VE TAATİ İLE:

"Üstadımız, namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu. Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, `Allahü ekber` dediği zaman, bizler arkasında korkardık. Mübalağa olmasın, ahşap bina sarsılırdı."

Uzun süren Afyon mahkemesinin bir celsesinde namaz vakti gelmiş geçiyordu. Üstad Bediüzzaman namaz için izin ve müsaade istediği halde, adamlar razı olmuyorlardı. Bir an celâllenen Nur Üstadın şehlâ gözleri şimşekler gibi parlamış, o pâk alnındaki damarları parmak gibi kabararak âdeta dışa fırlamıştı. Savcıya asrımızın sultanı Ulu Üstad şöyle gürlemişti:
"Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Bizim bundan başka bir suçumuz yoktur." 

Öğle ezanı okundu, bir hareketlenme oldu… Üstad ayağa kalktı, boynundaki dolağını çıkarttı yere serdi, namaza durdu. Sonradan öğreniyoruz ki hâkim “Siz kaza edersiniz” falan demek istemiş… Üstad “Ben kılıyorum” demiş. Mahkeme heyeti buna seslenemedi tabi. Namazını kılarken, sorgulamaya devam edildi. 

İZZET VE CESARETİ İLE:

Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.

Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e niçin geldiğini tekrar sorar. Molla Said, “Sana söyledim ya, onun için geldim” der.
Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said’in kılıcına işaret ederek, “Bu pis kılınçla mı?”
Bediüzzaman, “Kılıç kesmez, el keser” cevabında bulunur.

Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: “Beni herhalde tanımadılar?”
Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”
Kumandan: “Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar!”Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem” der. Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.
Fakat Bediüzzaman: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

RİKKAT VE MERHAMETİ İLE:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müdde-i umumînin kızıdır.” O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.

Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de, Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan “şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir.” Çünkü وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى yani, “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz, cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlâhiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ sırrıyla şedit bir zulümle mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir câninin hatâsıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adâvet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir mâsumun hakkı, yüz câni için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz mâsumu birkaç câni için zararlara sokar.
Mesela, hatâlı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet etmek, şefkatin esasına zıttır.

"Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim."

“Manevi evladım Hesna’ya selamımı söyle, o, kendini Kur’an davasına, ‘başıma ne gelirse gelsin’ diyerek feda etti. Bütün hasenatlar aynen ona da gidiyor. Evet, erkek hakimler korktu, o ise hiç çekinmeden beraat için karara imzasını attı. Artık o benim manevi evladım. Ona dua ediyorum"

“Bizim Sadık’ın (Çalışkan) çocuklarıyla beraber Nazilli’den İzmir’e giderken bir öğretmen anlatmıştı. ‘Başçavuş,’ de­di, ‘Üstad’ı karakola çağırıyor; Üstad gitmiyor, kızıyor başçavuş, ‘Ben ona göstereyim!’ diyor, gidiyor. Bir de bakıyor ki Üstad, fareyle kediye bir yalakta yemek yediriyor... Üs­tad da başında... Kapının arkasında böyle bir avlu var. ‘Allah, Allah!’ diyor ‘Ben mi deliyim!’ Ciddi ciddi bakı­yor; fare ile kedi bir kapta beraber yemek yiyorlar, Üstad da orada. Diyor: ‘Bu adamla başa çıkılmaz. Bu ada­ma ilişilmez. Kalkıp gidiyor.”

Bir gün talebelere "Ben tesbihatımla meşgul olacağım, siz gidip gezin" demişti. Bu gezinti sırasında bir taşın üstünde, bir kertenkeleyi öldürmüştüm. Dönüşte Üstad ne yaptığımızı, nerelere gittiğimizi sordu. Ben de gezdiğimiz yerleri anlattım. Sonra da bir kertenkeleyi öldürdüğümü söyleyince, Üstad çok üzüldü.

Merhum Abdülhamid Efendi bir demet menekşeyi derleyip, hoşuna gider ümidiyle Bediüzzaman'a götürmüş. Üstad ise üzgün bir tavırla;
-Yazık, henüz tesbihatlarını tamamlamadan onları koparmışsın" demiş ve susmuş.

FEDAKARLIĞI İLE:

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.

TEVAZU VE MAHVİYETİ İLE:

Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen birşey sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.”
İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzünden, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya velî tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer -hâşâ- ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’mâle mukàbil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.
Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemeyeceğim. İşte, kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubûdiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

"Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki, iki üç sene evvel hergün yarım ekmek -o köyün ekmeği küçüktü- muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.
İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir surette ilân ediyorum, onlar bana bâr değil. Hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım."
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-birinci-mektup/371

Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah, niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka birkaç noktayı size beyan ediyorum.

Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıtların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıtları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile, “Biz şimdiye kadar muhafızınız idik; bundan sonra hizmetçiniziz” derler.
Birgün Bediüzzaman’a soruldu: “Kaydı nasıl açtın?” Dedi: “Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir."

EDEP VE İFFETİ İLE:

Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur. Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes ve ben de bu hale hayret ederdik. Bana sordular: “Neden bakmıyorsun?”
Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor.”

Rahmetli Abdülmecid ağabey de bana şöyle demişti: "Bir hatıra da ben sana anlatayım: Ben Van'da bir gün Seyda'ya(Bediüzzaman) dedim ki: "Seyda ben sizden 10 yaş küçük olduğum halde evlenmeden duramadım. Siz de ise evlenme meyline dair en ufak bir kıpırdanma görünmüyor. Yoksa sizin şehvetiniz yok mu?"
Bu sözüm üzerine Üstad bana: (mealen) "Abdülmecid, dedi "Ben şimdi istesem yirmi kadınla da evlenebilirim. Fakat kalbimde ve kafamdaki dava ve Kur'an hizmeti beni yatağımda bile o gibi şeyleri düşündürmüyor. çünkü mahfuzum.".

KANAAT VE İSTİĞNASI İLE:

O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim.
Cây-ı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor.
Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

Üstad bakmış “Bu benim kaşık değil, ben kendi kaşığımı istiyorum” demiş. Bu sefer Ceylan geldi “Üstad bunu istemiyor kendi kaşığını istiyor” dedi. Ocağı yaktım, tenekeden bir bilezik yaptım, kendi kaşığına sıkıca geçirdim. “Hah tamam bu kaşık bana yirmi beş senedir hizmet ediyor” demiş Üstad. Kaynak: Said Nursi'nin kaşığı niye müzede? 

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/on-altinci-mektup/103

Bir sepet içinde:
-Dört adet sefer tası içi
-Bir adet çinko tencere küçük
-Bir tane küçük çaydanlık
-Bir ayaklı bardak,
-İki tane ayaksız bardak 
-Bir adet eski çarşaf
-Bir eski Frenk gömleği
-Bir tane eski iç gömlek
-Sarık üzerine sarılacak bez
-Üç tane mendil, bir havlu
-Bir de pamuklu hırka, bir eski gömlek
-Bir eski çarşaf ve mendil, bir eski bohça 
-Bir adet havlu 200
-Bir adet kırık gözlük
-Bir adet dua kitabı
-Eski yazı takvim
-İki adet kalem

HİZMETİNDEKİ MUVAFFAKİYETİ İLE:

Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke” (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle cevap vererek, “Men mübtedâdır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır” diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vâkıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfü’l-kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi tebessüme getirdi. Azaptan kurtulduğu gibi, Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesini kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misillü, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşaallah.

“Said Nursî’yi tanıyınca hayatım değişti. Ben tam bir Avrupalı laiktim ve ateisttim. Risale-i Nurlar’ı okuduktan ve araştırmalarımdan sonra Müslüman oldum. Said Nursî bugün de inananlar için bir semboldür. Ben ona büyük bir hayranlık duyuyorum, onun tesbitlerini bu gün daha net görebiliyoruz. O fikirler bu günün insanı için rehber olmaya devam ediyor. Said Nursî! O hiçbir zaman eğilip, bükülmedi, emir alıp emir vermedi. Dik durmasını bildi. Hep dik olarak ayakta durdu. Bunu da yaşadığı müddetçe, hapisler, sürgünler, türlü hakaretlerle ödedi. Bediüzzaman despotizme karşı mücadele verdi. Karıncaların Cumhuriyetçiliğinden bahsederken kâinatın Yaratıcısına götüren inanç sisteminin esasını tesis etmekten asla geri kalmadı. En küçük bir şeyin en büyük bir varlıkla olan o muhteşem bağlantısını ihmal etmeyen apayrı bir inanç çizgisi bu. Risale-i Nurlar’da en sevdiğim ve dikkatimi çeken tesbit, “Sevgiye sevgi, düşmanlığa düşmanlık” olarak değerlendirilen veciz ifadedir.

Aradan bir ay gibi bir süre geçti. İŞİD taraftarı olan o kişi geldi ve kelime-i şehadet getirmek istediğini söyledi. Merak ettim. "Neden" diye sorduğumda; "Meğer ben şimdiye kadar Müslüman değilmişim" dedi ve İslamiyeti yalnış bildiğini, bu kitabı okurken İslâm ile tanıştığını ve yeni Müslüman olduğunu dolayısıyla kelime-i şehadet getirmek istediğini söyledi.

Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder." sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.

Abdestliler, namazlılar, türbanlılar, sarıklılar, yardımseverler, faziletfuruşlar ve kendini bir şey zannedenler çok çıkabilir belki ama, ben nurcuların içinde bile gerçek mütekâmil insan hiç görmedim...

"İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder.
Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.
Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder.
Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur.
Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.
Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:
“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Seviyeli yorumlar yayınlanacaktır.

ÇOKLU KODLAMA

"Eco, kendi romanlarını çifte kodlama yöntemiyle yazdığını söyler. Ona göre bu, daha geniş kitlelere ulaşmasının sırrını oluşturmaktadı...